Kumrubaş yerinden kalktı. Kocasına bir şeyler söylemek ister gibi baktı. Semender Ağa bir gencecik kızını, bir şeyhi, aklındaki hediye meselesini ve en sonunda da koskoca şeyh hazretlerinin güveyi olacağını düşünerek:
– Biricik kızımızı şeyhimiz hazretlerine verdik. Başımızın gözümüzün sadakası olsun deyiver, dedi.
Kumrubaş, beklemediği bu sözü işitince kızarıp bozardı. Resim gibi kaskatı kesilerek duvara dayanıp kaldı.
III
Şerafet, Semender Ağa’nın biricik kızıydı. Bu kız, bu çevrenin güzellikte, hamaratlıkta, işve ve nazda, el çabukluğunda bir tanesiydi. Mahallenin delikanlılarından iki üç tanesi bir yerde toplansalar konuştukları en önemli konu Şerafet olurdu. “Bu kız Allah’ın hangi bahtlı kulunun olur acaba? Kimin evini abad eder?” diye kafa yorarlardı.
Şerafet’in şeyhe verildiğinin haberi duyulduktan sonra bütün mahalle halkı günlerce bunun dedikodusunu yaptılar.
…
Sokakta sıra sıra arabalar sürülüp geçmeye çalışıyordu. On-onbeş arabaya doluşan kadınların düzensizce söylediği “Yâr yâr” türküleri ortalığı yıkıyor, göklere yükseliyordu. Sandık, yorgan, halı, bohça ve başka şeyler yüklemiş; yüklerin üstüne de bir iki koca karı oturtmuş olan arabacılar öndekiler gibi birbirlerini geçmek için yarışıyordu.
Bu gürültü patırtıyla gitmekte olan göç en sonunda şeyhin kapısına yaklaştı. Sokağın ortasında gürül gürül yanan, alevleri göklere yükselen ateşin etrafında toplanmış bir grup erkek sesleri çıktığı kadar “Yâr yâr” türküleri söylüyordu. Onların berisinde başına çarşaf örtmüş, çapan giymiş, başörtüsü takmış kadınlar, gelinler, küçük kızlar… Önlerinde kocaman kumaş topları almışlar; onlar da “Yâr yâr” türküleri tutturtmuşlardı:
“Tahta tahta köprüler tahtın olsun yâr yâr
Fatmana gibi senin bahtın olsun yâr yâr
Uzun uzun sicimlerden salıncaklar yâr yâr
Kısa entari giyerler gelincikler yâr yâr…”
Ateşin etrafında toplanan kadın erkek hep birden “gelin geldi, gelin geldi!” diye bağrıştılar. Birkaç delikanlı kucak kucak kurumuş pamuk sapı alıp ateşin ortasına attılar. Ateş güçlendi, alevleri yine yükseldi.
Herkes sabırsızlanmaya, kımıldanmaya başlamıştı. Çocuklar kızın geleceği tarafa doğru koştular. Gürültü patırtı arasında arabalar geldi. Halk arasında:
– İşte gelin. İşte kızın ineceği araba, diye konuşmalar başladı.
Arabacı, gelini getiren arabayı gösterişli bir tarzda ateşin üzerine sürüp atı kamçıladı. Araba ateşi geçip kapıya yakın bir yerde durdu.
“Güvey!”, “Enişte!”, “Efendimiz nerde?”, “Çekilin! Çekilin!” diye sesler işitildi.
Biraz sonra apak sakallı, gücü kuvveti bitmiş bir ihtiyar olan güvey beyefendi üzerinde altın işlemeli elbisesi; kocaman bel kuşağı bağlamış halde birkaç aksakallı müridinin arasında yavaş yavaş ilerleyerek arabaya yaklaştı. Yine halk arasında sesler yükseldi:
– Gelini elinden tutup indir enişte! Haydi kaldır!
– Haydi efendim! Elinden tutun!
Yaşlı adam titreyen ellerini arabaya uzatıp kızı oturduğu yerden kaldırdı ve bir iki adım attıktan sonra yere bıraktı.
Kalabalıktan yine sesler yükseldi:
– Maşallah efendim! Maşallah!
– Efendimiz boş adam değilmiş.
– Hala belinde kuvvet varmış efendimin!
Bu gürültü patırtı, hır gür gece yarısı sona erdi. Eğlenceye sahne olan sokaktan insanlar çekildi, ortalık kapkaranlık ve sessiz bir mezarlığa döndü.
IV
O sırada şeyhin evinden iki delikanlı çıktı.
– Eh, sokak çok karanlıkmış yahu!
– Şuna bak ey! Gökte bir tek yıldız yok.
– Yürü hadi! Bu gece sanki şeyh dedenin gönlü gibi olmuş.
– Doğru ya. Ben kıza acıyorum. Zavallı bula bula kimi buldu ya…
– Ne demezsin. Babasının ocağına ateş düşsün. Adam değilmiş.
– Sakalı pamuk gibi ağarmış, torunu yaşta kızı arabadan alışına bak. İnsanın yüreği dayanmıyor. Bunu bir şeye benzeteceğim ya benzetecek bir şey bulamadım.
O sırada bir köşede sokağı gözetleyen Bekçi Memet ağlamaklı bir halde düdüğünü çaldı ve:
– Ne diyorsunuz gençler! Dünya böyle ters bir dünya işte… Lalenin üstüne kar yağdı, dedi.
Gençler cevap vermediler, karanlığın kucağına girip kayboldular.
ABDULLA KADİRİ
20. yüzyıl Özbek öncülerinden Abdulla Kâdirî, 1894 yılında Taşkent şehrinde doğdu. İlk okuma-yazmayı mahalle mektebinde öğrendi. Kendisinin yazdığına göre, fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olduğu için eski mektepte tam bir eğitim görememiş ve bir zenginin yanına hizmetkâr olarak verilmiştir. Hizmet ettiği efendisi, Rusça okuma-yazma bilen birisine ihtiyacı olduğu için Abdulla Kâdirî’yi Rus-Tüzem mektebine vermiştir. 1907- 1915 yılları arasında Türkistanlı tüccarların yanında kâtip olarak çalıştı. Bu arada devamlı okuyarak kendisini yetiştirdi. 1913 yılında çıkmaya başlayan Sadâ-yı Türkistan, Semerkand, Ayna gibi Türkistan’da neşredilen gazete ve dergileri okuyucu olarak yakından takip etti ve bir süre sonra kendisi de bu yayın organlarında çeşitli konularla ilgili yazılar kaleme almaya başladı. Mahmudhoca Behbûdî’nin 1913 yılında yayımlanan Pederküş (Baba Katili) piyesinden etkilenerek kendisi de 1915 yılında Bahtsız Küyav (Talihsiz Güvey) piyesini yazdı. 1914 yılında Ahvâlimiz, Milletime ve Toy (Düğün) gibi şiirleri yayımlandı. 1915-1916 yıllarında Cüvanbaz ve Ulakda adlı hikâyeleri basıldı. Hâl tercümesinde verdiği bilgiye göre, 1917-1924 yılları arasında çeşitli Sovyet idarelerinde, gazete ve dergilerde çalıştı. Onun bu devrede bilhassa Muştum dergisindeki faaliyeti ve hiciv alanındaki eserleri önemlidir.
1925-1926 yıllarında, Moskova’daki Edebiyat Enstitüsü’nde okudu, devamlı eser yazmakla meşgul oldu. Abdulla Kâdirî, Ötken Künler adlı meşhur romanını da bu dönemde, 1925-1926 yıllarında üç bölüm hâlinde yayımladı. 1928 yılında, diğer meşhur romanı olan Kürsüdeki Çıyan yayımlandı. Her iki roman da kısa süre içersinde büyük şöhret kazandı. 1930’lu yıllarda bu romanlar tekrar yayımlandı. Ancak bu romanlar şöhretini artırdıkça Sovyet sistemi, yazarı bazen meslektaşlarının yardımlarıyla, bazen de başka yollarla sorgu ve işkencelere alarak yasaklar getirmeye ve tehdit etmeye başladı. Mahkeme karşısına çıkarılarak hapis cezasına çarptırıldı. Bu durum karşısında Kâdirî, mecburen Sovyet tarafına “geçmeye başladı” ve Sovyet ideologlarının direktiflerine uyarak bazı eserler de yazdı.
Kâdirî, yukarıda adı geçen iki romanını, 1920-1926 yılları arasında yazmıştır. Sonraki yıllarda devamlı baskı altında yaşadı. Nihayet 31 Aralık 1937 tarihinde tutuklanarak hapse alındı ve “halk düşmanı” ilân edildi. Bir yıl kadar devam eden sorgulama ve işkencelerden sonra belli bir suçu olmadığı