– Hiç de öyle görünmüyorsun Semra. Sır küpü gibisin bence. Seni ilk tanıdığım günden itibaren lüzumsuz bir laf ettiğini duymadım. İltifat etmek için söylemiyorum ama bunu başkaları da söylemiş olmalı. Ailenin tesiri de vardır belki, babanın disiplini, annenin uyarıları vs. diyordum ama Billûr Anne muhteşem bir kadın olmalı. Eskiden Dârulmuallimât denen okula şimdi Kız Öğretmen Okulu, Dârulmuallimîn’e ise Erkek Öğretmen Okulu deniyor. Çok şanslısın…
– Bizimkiler gittiğinde yalnız kalmaya uyum sağlamak kolay olmayacak. Kapıdan çıkarken “Pencere mi açık kaldı? Ocağı yanar hâlde mi unuttum acaba? Sular kesikti, ben yokken sular gelirse fena olur, açık musluk kalmış mıdır?” gibi sorularla yeniden dönüp dönüp evi kontrol etmek var işin içinde. Annem varken bunları düşünecek hâlim yok tabii.
– Sen şimdiden başlamışsın yalnız yaşamaya. Hayırlısı olsun artık. Ne diyeyim ki? Bazı insanların kaderi göçmen kuşlara benzer. Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Vakti gelince ne daha önce ne daha sonra… Göçmen kuşlar uzun bir yolculuğa çıkar. Onların hayat iklimi hep aynıdır.
– Orhan, sana teşekkür ederim. Bugün güzel bir gün geçirdim sayende. Şu bir saat içinde konuştuklarımız Üniversite öğrencisine yaraşır konuşmalardı, farkında mısın? Senin gibi üç beş kişi daha olsa iyi olur. Böyle kalabalığın arasında değil de kütüphane sessizliği gibi de değil, mütevazı bir etkinlik salonu olsa. Yuvarlak masa etrafında haftada bir iki saat seviyeli, temalı, güncel konularda konuşsak nasıl olur? Herkes fikrini beyan etmek için hazırlanır gelir. Dil edebiyat, sanat konularında kendimizi geliştirmiş oluruz. Dinleyiciler de olur, geniş bir kitle oluşur etrafımızda.
– Sevgili arkadaşım, ağzından bal damlıyor. O kadar güzel bir fikir sunuyorsun ki, beni bile ikna ettin hemen. İçimde biraz inatçılık vardır benim. Önerini beğendim ama kiminle nerede yapılacak bu? Senin önerin aslında bir temenni değil mi?
– Evet, temenni ama öyle bir şey olsa fena mı olur? Bu dönemde olmaz değil mi? Askeri yönetimin etkisi devam ediyor. Fakülte içinde Dekanlık bir yer verse güzel olur, bir girişimde bulunsak…Ne dersin?
– Paranoyak bir yönetim anlayışının olduğu bir dönemde böyle fikir özgürlüğünün tohumlarının atılacağı bir bahçe vermezler sana, bana, hatta kimseye. Verilirse sehven verildiğini zannederiz mutlaka.
– Haklısın galiba Orhan.
– Semra, ben Millî Kütüphaneye gidecektim. Arkadaşlarım bekliyor orada. Müsaade edersen gideyim artık. Çok sevindim güzel sohbetten dolayı. Şimdilik hoşça kal.
– Sağ ol ve güle güle Orhan, beni kırmadın ve doyurucu sohbetin kahramanı oldun. Görüşmek dileğiyle…
Semra her eve gidişinde babasıyla günün ya da gündemin gerektirdiği konularda konuşmaya alıştığı için Erzurum’a gittiklerinde konuşabileceği bir insan bulmanın sevincini yaşarken ‘Orhan inşallah değişmez, hep kendini geliştiren biri. Bu yaşta yüze yakın roman okumuş. Benim okuduğum kitaplar da az sayılmaz ama müthiş bir yorum yeteneği var. Farklı düşüncelere karşı sürekli argümanları var. Zihniyet olarak daha milliyetçi galiba’ diye düşünerek evin yolunu tuttu.
Orhan yürüme mesafesinde olsaydı otobüsle gitmeyecekti Millî Kütüphaneye. Otobüse binmesiyle birlikte başlayan gözlem ve yorum duygusuyla etrafa bakanlarla ve görenlerin farkını yorumladı zihninde. Beynin düşünme hızıyla, düşünceleri dile getirme hızı arasında da büyük fark vardı, bunun farkına varmıştı. Ardından “Keşfetmek mi, icat etmek mi esastır?” sorusunu sordurdu içindeki ben Orhan’a. O da:
– İcat için bilgi, tecrübe ve birikiminin yanı sıra onu gerektirecek ihtiyaç da olmalı… Billûr Anne benzer şeyler söylemişti Semra’ya. İhtiyaç duyulmayan hallerde icat da mümkün olmaz. Oysa dünyada her gün keşfedilecek çok şey vardır. Önce var olanı görmek için bakmayı bilmeli insan. En kolay keşif yolu gözlem, o da olmazsa kitaplar… Ara sıra iç dünyasında kopan fırtınalar, bir anda umulmadık keşiflerle karşı karşıya bırakıyordu. Öyle zamanlarda hep ‘içindeki ben’le konuşuyordu Orhan. Dinledi gözleri kapalı, zihnî melekeleri tam açık… Huşu içinde, can kulağıyla… Devamla:
– ‘Keşfetmenin yolu gezerek, görerek, dolaşarak ve yaşayarak açılır. Otobüsler de birer gözlemevi gibidir. Bin bir surat, bin bir sûret, bin bir karakter, bin bir dünya vardır görebilene. Bazen bir ormandır bu şehir. O şehirde yaşamak için aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, sırtlanlarla ve çakallarla mücadele etmeniz, korunmanız, neslinizi devam ettirmeniz kolay değildir eğer bir ceylan iseniz. Bu şehirde avcılarla, kartallarla, alıcı kuşlarla, leş kargalarıyla her gün didişmeniz kolay değildir eğer bir keklik iseniz. Bu ormanda ardıç ağacı olmak lâzım, belki meşe olmak da iyidir. Ağaç olsaydım ardıç olmak isterdim; sarp kayayı yarıp kendine hayat bulacak köklere sahip olduğu için, kökünden gövdesine, dalından iğne yaprağına kadar sağlam bir fıtrata sahip olduğu için. Sarp kayalar bile ardıcın köküne tutunur ama sırtında taşıdığını zanneder. Kılıktan kılığa girmeyip dört mevsim hep bir renkte olmak, zümrüt yeşili güzelliğiyle tabiatın en asil rengini temsil etme vazifesi de ardıca verilmiş. Sırf bunun için ardıç olmak isterdim…
– ‘Eğer bir cami avlusunda ağaç olsaydım mutlaka çınar olmayı isterdim. Gölgemde nur yüzlü, aksakallı dedeler otursun da arada bir tarihi yâd etsinler ki kökler yeşersin. Çocukların, delikanlıların “Ey oğul!” diye başlayan nasihatleri dinleyecekleri bir gölgem olsun, dalıma salıncaklar kurulsun, gövdeme aşklarını ilan eden kalpler kazılsın. Çınar olursam ömrüm uzun olur, tarihe şahitlik ederim, Rabbimin nurunu her sabah ilk ben görürüm. Çınar olmak için önce toprak gerek; toprak senin ise kök salarsın derinliklere, kimseye ziyan vermeden sessizce. Kökler sağlamlaştıkça esen rüzgâr ve fırtınalar, kasırgalar dalını oynatamaz çınarın. Önemli olan dik durmak değil midir hayatta insana yaraşan? Bakın dünyada bütün hayvanlar yatay vaziyette, ağaçlar ve insanlar dimdik duruyor.’
‘Toprağa elimizden çıkan bir sürü pis ve kötü şeyler de atılır; fakat toprak çiçek, ağaç ve bereketiyle karşılık verir. Bu mümbit topraklara sahip vatanımız güzel, temiz, faydalı insanlar yetiştirdi. Bu topraklarda çınarlar var ve yeni çınarlar yetişecek.’ diyordu.
Orhan’ın iç dünyasında volkanlar patlıyor ama bu tür fikirlerini paylaşabileceği bir Semra, bir de Muzaffer vardı. Kendisini Millî Kütüphanenin önünde bekleyen Muzaffer, Orhan’la karşılaşınca:
– Zihninde fırtınalar kopuyormuş gibi gördüm seni kardeşim. Ne oldu yine sana?
– Önemli bir şey yok. Söz verdiğim saatte yetişemeyeceğimi sanmıştım, o sebeple biraz gerildim.
– Hayır, hayır… Sende bir şeyler var bugün. Öyle hissediyorum. Bazen kırk yaş olgunluğunda sanıyorum seni. Bazen de yirmi yaşın hakkını en iyi sen veriyorsun.
– Boş ver kardeşim. Yaşımı yaşamak istiyorum. Çiçek açmadan dal meyve vermez. Şimdi kütüphaneye geldik, aradığımız kitapları bulursak rahatlarım. Merak ettiğim şeyler var.
– Araştırma ödevinin konusu neydi Orhan?
– Faik Reşit Unat’ın harf inkılabının 10. yılında yaptığı konuşma metnini değerlendirip sınıfın huzurunda seminer olarak sunacağım. İyi hazırlanmalıyım. Harf inkılabı Türk tarihinde önemli bir hadisedir. Yıllardır tartışılıyor, bu tartışmanın sonu da gelmeyecek