“Oğuz Ata’mız çok severmiş, Hoşyaylak adını da o vermiş..”
“Bana göre de, doğrusu hiçbir yeri, Kalecik’in bir taşına değişmem. Üstümüze eğilip duran Beyli Dağı’nı görmek yine nasip olur mu ki bize?”
Son kadının bu konuşmasından sonra sesler kesildi.
Herkes kendi işiyle uğraşmaya başladı.
Uzaktan gelen iki atlının kendilerine taraf yöneldiklerini gören çocuklar gelip haber verdiler. Atlılar yakına geldiklerinde Kaya Alp ile Çakır Bayat karşıladı. Onlardan biri bozuk bir Türkçe ile konuştu:
“Uğur ola, hayrola mihmanlar! Bizim obaya gelesizmi?”
“Yok. Bizler yolcuyuz, göçeriz. Hiçbir obaya yük olmak istemeyiz. Daha arkamızdan gelenler var diye bekliyoruz. Siz kimsiniz?”
“Biz, bu taraftan, Ebr obasından. Sizde satılık koyun, keçi var mıdır?
“Ay, bizde satılık mal yok. Yolda yetecek kadar. Doğacak olan olursa, yol azığımız olur. Baksana, çoğuz.”
“Satsanıza. Biz alıcıyız. Uzun yollara bunlarla çıkmak zor olur sizin için.”
“Ay! Konuşmayı uzatmayalım. Bizde satılık şey yok.”
Atlılar, sakallarını sıvaya sıvaya, meleşen koyunlara, kuzulara baka baka atlarına binerek geldikleri gibi geçitten ağıp gözden kayboldular.
Obanın erkekleri, uzun yol yorgunluğunu atmak ve Bayat obasının gelenlerini beklemek üzere burada, bu gece ve birkaç gece kalmayı uygun gördüler. Yükler indirildi. Develerin eğilip duran boyunları düzelir gibi oldu, çünkü bütün ağırlık onların üzerindeydi, ağır çadır keçeleri dahil. Koyunlar kesildi, kazanlar kuruldu, çörekler pişirildi. Gecenin geç vakitlerinde Bayat obasının habercileri geldi. Obalılar uzakta değilmiş. Gece çöktüğü için Suvdağlan dağlarında mola vermişler, sabah kuşlukta yetişeceklermiş.
Gecenin bir yarısına doğru sesler kesildi. Öndeki mola Harakan obasında, sonraki mola da Bestam’da olsun diye karar verdiler. Gece uykusuzluk çeken gençler, tan vaktine yakın Hoşyaylak’ın soğuk rüzgarıyla irkildiler. Dağ başının soğuk havasıyla uzun yolun yorgunluğu birleşince tatlı bir uyku getiriyordu. Uykusuzluk çekenler, çoban yamakları gecenin içinde koyunları, keçileri kaçıştıran hırsızları duymamışlardı. Köpek havlamaları dağları inletti. Önceleri neyin ne olduğunu anlayamayan erkekler kılıçlarına, yaylarına yapıştı, köpeklerin sürüye doğru ürdüğünün farkına vararak;
– “Sürüye kurt daldı hov! Yetişin hov! Sürünün önünden gelin, yanından gelin..” Diye bağrıştılar ve çevresini kuşattılar.
Bu gürültü-patırtı içinde keçilerin, koyunların her birisi bir tarafa kaçışmıştı. Varıp gördüler ki sürünün ortasında emeklemeye çalışan dört-beş kurt var. Oklar, yaylar çekildiğinde, durumun kötüye gittiğini anlayan “kurt”lar, ayakları üzerine dikildiler! Oklarını çekip bekleyenler, iki ayaklı kurtları görerek şaşırıp kaldılar. Bir de baktılar ki bunların arasında gündüz gelen koyun alıcıları da var. Kurt postuna bürünen iki ayaklı hırsızların elleri bağlandı. Kaya Alp’in yanına getirdiler.
“Demek ki siz kurtsunuz! Gündüz gelip tuzumuzu yiyip, gece de çadırırmızın baş köşesine pisleyecektiniz öyle mi? Ben size söyledim ya; bu sürü, şu giden çoluk-çocuğun, kadınların, kızların, erkeklerin yol ihtiyacı diye. Utanmadınız mı obanıza gelenleri soymaya, talan etmeye, gelip geçene eziyet etmeye? Şimdi biz, sizi obanıza götürüp teslim edelim. Kethudanız vardır, beyiniz vardır; bırak, cezanızı onlar kessin. Fakat sırtınızdaki kurt postunu çıkarın. Kurt kapsa, canına minnet olsun. Kurt, kendi avını kendi gücüyle avlar ve yer. Sizin gibi iki ayaklı sahte kurtlar ise hırsızlık yapmadan, haram yemeden yaşayamazlar.”
Hırsızlar, Kaya Alp’in ayaklarına kapandılar. Pişmanlık duydular. Obamızın önünde, çocuklarımızın yanında bizi küçültme diye yalvardılar. Hayretlik yanı şu ki ağlama sesleri karşı dağlarda yankılanıyor ancak gözlerinden bir damla yaş görülmüyordu.
Kaya Alp içinden geçirdi:
“Vah! Kurt postuna bürünenler, yalan ağlamalar, sahte sözler; bunları bir insan nasıl içine sığdırabilir ki! Bundan böyle yolumuz, bunlar gibi kurt postuna bürünmüş tilkilerle doluysa! Bunlar gündüz insan, gece tilki. Büyük yola düşseydik, belki de böyle şeyler olmayacaktı. Babam Ataman Alp’in; “Yabancının yanında olmaktansa, yandağın(*) dibinde ol” dediği gibi. Tez zamanda hısım akrabalarımıza bir kavuşsak..”
Çakır Bayat, Kaya Alp’a bakıp usulca akıl vermeye çalıştı:
“Bunlarla kötü olmayalım. Sürüye bir şey olmadı. Gitsinler yollarına.”
“Vah, Çakır dost! Senin düşüncen doğru fakat bu yoldan geçenlerin ne başıyız, ne sonuyuz biz. Gelip geçeni her zaman soyar bunlar. Ağızlarına soğan doğramak gerek!”
Çevreden; “Doğru! Doğru!” diyenlerin sesinden ürken hırsızlar birbirlerine sokuldular. Sahte ağlayışlarının fayda etmediğini anlamışlardı. Gelene geçene yalvarıp durdular. Bu olaydan sonra hiç kimsenin gözüne uyku girmemişti. Kuşluk vakti, Bayatlılar dağdan aştılar. Geldiklerinde elleri bağlı adamları görüp sordular. Yol kesen hırsızlar olduğunu öğrendiler. Kervan yolunda toplaşmak üzere anlaşarak, öğle sonu yine yollara düştüler.
Yol uzun, ayrıca menzilin, mekanın da neresi olduğu belli değil. Üç günlük yol mu, beş günlük yol mu olduğunu gelenlerin içinde de bilen yoktu. Hepsinin gönlünden geçen; bu dağdan aşsak Bestam görünecek, o dağdan aşsak Harakan obası çıkacak gibiydi. Birkaç dağ geçidinden, tepeden aştıkları halde, bazı yerlerde çadır kurmuş konargöçerlere denk gelmeseler ne yol, ne de bir şehir görünüyordu. Süleyman, koyun hırsızlarının yanına vardı.
“Obanız daha uzakta mı?”
“Bizim obadan geçtik, biz..”
“Peh! Neredeymiş sizin obanız, geçtiysek?”
“Hoşyaylak’a yakın, Ölen obasında oturuyoruz.”
“O halde niçin ağzınıza su alır gibi geliyorsunuz!”
“Bizi obamıza götürmeyin Türkmenler, beyimiz derimize tuz serpip güneşte kak eder!”
“Aslında bunu biz yapmalıydık. Ama…”
“Baba! Alp baba! Biz bu uğruların obasından geçmişiz. Söylememişler. Sordum söylediler.”
“O zaman bunları Harakan’a varınca çarıklarını çıkarıp dağın taşlı yollarında yürütelim. Sonra da çekip gitsinler. Bize yol gösterirler. Geri dönüp Türkmen malına el uzatmasınlar diye ellerini kesip göndeririz.”
Bozuk bir Türkçeyle konuşan hırsız, söylenenleri anladı. Kendi dilleriyle arkadaşlarına anlattı. Gelip tekrar Kaya Alp’in ayağına kapandılar. Gözlerinden gerçek yaşlar akmaya başlamıştı..
“Ağalar ağası! Hanlar hanı! İşte, bizim obamız şu sulu dereden geçtiğimiz yerde. Abri Mücen diyorlar. Sadece Türkmenlerin değil, kalan ömrümüzde hiç kimsenin malına el uzatmayacağız, söz veriyoruz. Elimizi kesmeyin, obamızın beyine teslim edin…”
“Haa.. Şimdi, doğru yolu buldunuz. Ben, şu keçe kalpaklı Türkmenlerin en merhametlisiyim. Bundan sonra geleceklerin malına el uzatırsanız, kesilecek çok yeriniz olur. Haydi, şimdi söyleyin, Harakan obasına ne zaman ulaşırız?”
“Ağalar ağası!