Süleyman’ın getirdiği haber, Keyik bacı ve Burla hanım için beklenmedik şey değildi. Yine de yüreklerine biraz su serpilmiş gibi oldu. Sağ olduklarına dair ilk haberdi bu. Keyik hanım ağlamaklı olsa da kocası teskin etmeye çalıştı:
– “Önceleri kuş olup uçtu mu, ceren olup kaçtı mı diyordun. İşte şimdi al sana haber. Oğlumuz, yolunu kendisi seçmiş. Demek ki kendine yeten koç yiğit olmuş. Sultan askeri olup halka yararı olursa, bize de takdire boyun eğmekten başka çare kalmaz. Bir gün görürsün ki oğlum Miriş sipahi olarak gelir şu eşikten.”
“O zamana kadar bu eşik, bu çadır kalacak mı Miriş’in babası? Göçümüz sırtımızda!”
“Yok, Miriş’in annesi, oğlumuz gelinceye kadar bu eşik de durur, bu ocak da. Obadan dışarı bir adım atmayız. Oğlumuz peşimizden gelip aramaktansa, ocağımızı koruyup beklememiz daha iyidir. Yedi çocuk doğurdun, hiçbirine kıvanmak nasip olmadı. Yedi çocuktan sonra Miriş bize umut oldu. Nerelerde ki, bizi arıyor mu ki diyerek göç yolunda yürüdüğümüzden, ne zaman gelir ki diyerek kendi ocağımızda beklediğimiz daha iyidir.”
Keyik hanımın isteği de buydu. Başka diyarlara gitmek istemiyordu. Bu ormanlık yerde, ağaçların arasında dünyaya gelmişti. Rahmetli annesi, kızım büyüdüğünde kapı kapı gezen olmasın, köyden uzaklaşmasın inancıyla Keyiğ’in kesilen göbek bağını kara çadırın ortasına gömmüştü. Salıncağı, işte şu meşe ağacının gölgesine kurulmuştu. Göbeği evde kesilen Keyik, evcil kız olup yetişti. Edepli, terbiyeli, on parmağında on hünerli bir kız olduktan sonra, yengesinin dediği gibi tanımadığı bir delikanlıya âşık olmuştu. Bunu yengesinden başkasına da söyleyemedi. Çeşmeye suya giderken gördüğü genci hiç aklından çıkaramayan Keyik, aşkını yüreğine gömdü.
Eli becerikli bu güzel kızı, boyu yeter yetmez istemeye gelenler oldu. Kendisine soran olmadı, istiyor musun bile demediler. Boynuna alaca bir bağ örüp taktılar. Boyunu karışlayıp göynek biçtiler. Başına dassar(*), yüzüne yaşmak(*) örtüp kızıl halının üzerine oturtarak “göter göter”(*) ettiler.
“Ağır kız, bu kıza paha biçilmez” diyerek yengesi pay aldı, kardeşi pay aldı. Sonunda Keyiz kız, Keyik gelin oldu. Bir başka eve salıp, yabancı bir gence teslim ederek kendileri de gerdeğin karşısında oturdular. Keyik, bir süre sonra yanına gelen damadı gördü ve yeniden âşık oldu. Çünkü bu delikanlı, çeşme başında görüp âşık olduğu, Miriş’in babası Mergen ağa idi.
İşte bu obada önce dünyaya gelen önce Keyik kız, sonra Keyik gelin, şimdilerde de Keyik bacının ikbali bunlardan ibaretti. Çünkü burada dünya zenginliğine değişmeyeceği hatıraları yatıyordu. Bunca yaşanmışı, bunca hatırayı bırakıp gidemezdi. Bu yüzden Mergen’in sözleri hoşuna gitmişti.
“Toprak bırakılır mı? Gelmiş geçmişimi, toprağa verdiğim yavrularımı, sevgimi paylaştığım çeşmeyi, salıncak kurduğum ağaçları bırakıp nereye gideyim. Şimdi de Miriş oğlumu beklemeliyim.”
Keyik hanım bunları düşünürken, birdenbire içini dışa döktü:
– “Gitmeliyiz, Miriş’in babası; obamızı ardımızda koymalıyız..”
– “Keyik! Yoksa bırakıp gitmek aklımda yoktu baştan. Miriş bir bahane oldu. Çakır Bayat’ın dediği gibi, ya dönüp gelirse!?”
Üç gün umutla beklediler. İt ürüse çıktılar, at kişnese baktılar. Ne Miriş’ten, ne de Tanatar’dan bir haber yoktu. Süleyman yola çıkmadan önce Gökkaya’ya varıp teselli bulmaya çalıştı. Kayanın eteğine çıkıp bütün gücüyle bağırdı:
“Tanatar! Miriş! Sizi nerede bulayım şimdi. Tanatar, aaaataaar! Aarr.. Miriş, irişşş, işşşş.
Nurbike! Sen nerdesin? Seni görebilecek miyim? Nur-bike, Bike… Keeeee..”
Süleyman’ın sesi uzun bir süre Gökkaya’da yankılanıp durdu, yankılanıp durdu. Gözlerini kollarıyla silerek gerisin geriye koştu. Sesi, ardından kovalıyor gibiydi:
– “Tanatar! Miriş! Nurbike! Sizileri görür müyüm!?”
Göç kervanı yola hazırlandı. Obayı terk etmeyecek olanlar belirlendi. Koyun, keçi sürülerini götürmeyecek olanlar vardı. Küren obasının yarısı yola koyuldu. Bir kenarda Ataman’dan kalan kara ev de sökülmemişti. Burla nine “gitmem” deyip ayak direyenlerdendi. Kaya Alp, yaşlı annesini koyup gitmek istemediği için çok yalvardı.
– “Ben, obalardan gelenlerin, yola düşenlerin yolbaşçısıyım, ardımızda yol yok, gidelim.” dese de fayda etmedi.
“Yarı yolda ölürüm. Uzak uzak yollara dayanamam oğul! Yaban elde, yol boyunda bir mezar bulmaktansa, işte bu kendi evimde, obamda, komşularımın arasında kalayım. Baban rahmetliyi bırakıp gitmeyeyim. Moğol gelse benim gibi bir yaşlıyı ne yapsın. Öldürseler, leşim yük olur onlara. Gözümü açıp gördüğüm kara dağlarımdan beni ayırma oğul!”
Burla nine, Keyik ile birlikte Tanatar’ı beklemek niyetinde idi. Mergen: “Oğullarımız gelirse, onları da alıp biz de geliriz. Burla nineyi hiç merak etme. Ben de bir oğlu sayılırım.” diyerek Alp Kaya’yı rahatlattı. Burla nine arkaları sıra dua etti:
“Yolunuz ak olsun. Yoldaşınız Hak olsun. Dara düşseniz Hızır, susasanız Elyas yetişsin. Orta yolda atınız bırakmasın. Düşmana boyun eğmeyesiniz. Sağ gidin, esen varın. Ehli Kayıları Kaya Alp’e, Kaya Alp’i de Allah’a emanet ettim. Alnınızı Hak açsın…”
Göç kervanı ağır ağır dem alıp yola koyuldu. Kaya Alp, Kayıların önüne düşmüştü. Kalecik’ten uzaklaştıkça herkesin içi sıkılmaya başladı. Geçmişlerini geride bırakıp gidiyorlardı. Peşlerinden biri gelip; “Geriye dönün, Moğol’un geldiği yalan oldu!” diyecek gibi bir ruh hali içindeydiler.
Türkmenler, göç görmemiş bir halk değildi. Ancak onların göçü başı çimenli, güllü-çiçekli yaylalara olurdu. Sulak, otlak yerlere her yaz göç ederlerdi. Koyun kuzu melemesi, çocukların eşeklere binip kovalaşmaları, gelin kızların yol boyu çiçeklerden buket yapmaları, gençlerin at yarıştırmalarından ibaretti.
Şimdiki bu göç, o göçlere benzemiyordu. Sessiz, buruk, sıkıcı, neşesiz bir göçtü. Öyle geliyordu ki onlardan geri kalmayarak, kara dağlar da peşlerine düşmüş geliyor gibiydi. Dağlar sıra sıra, kervanın yanı sıra sanki birlikte gidiyordu. Hatta koyun ve keçiler de yabancı yerlere gittiklerini bilircesine gönüllü gönülsüz otluyordu. Belki de göçerler içlerinden öyle hissediyordu…
Ağır göç, ilk yolunu Hazar yakasından almak istedi. Öncüler, yolun güvenli olmadığını söylediler. Haşhaşiler(*), Selçuklu düşmanıydı. Birkaç gün karanlık dağlardan geçtikten sonra, nerelerde yatıp kalktıklarını bilemediler. Haşhaşilerin en çok göründükleri yer, Hazar kıyılarıydı. Mekânları ve kaleleri belli bile değildi. Selçuklu sultanlarını öldüren Haşhaşilerin Türkmenleri de sağ koymayacakları belliydi.
Kaya Alp, yolunu Bestam’ın üstünden geçirmeyi uygun buldu. Habercileri Hoşyaylak yoluna gönderdi. Bu yol, Rey’e varmak için en kısa yoldu ve Horasan’dan, Harezm’den, Hindistan’dan gelen büyük yolun, İpek Yolunun üstüydü. Yol, gece-gündüz kervanlı ve korumalıydı. Yol boyunca kervansaraylar ve şehirler vardı. Ayrıca Çakır Bayat’ın yolbaşçılık ettiği, ‘Goşa(*) Değirmen’den çıkan göçle birleşilecekti.
Hoşyaylak,