İnsan Olmak İstiyorum
Tölögön Kasımbekov’un doğumunun 90. yılı anısına…
ÖNSÖZ
Kırgız edebiyatında tarihi romanının kurucusu kabul edilen Tölögön Kasımbekov yazı serüvenine gençlik çağında yazdığı hikâyeleriyle başlar. Bu ilk döneminde kaleme aldığı hikâyelerinde Sovyet rejiminin etkisinde kaldığı görülse de dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemlidir. Tölögön Kasımbekov diğer pek çok akranları gibi zor bir çocukluk dönemi geçirir. Küçük yaşta babasını kaybetmesi annesiyle aç susuz hayata tutunmaya çalışması onun belleğinde önemli izler bırakır. İlk hikâyeleri de yazarın hem toplumun aksayan yönlerine karşı bir eleştiri hem de çocukluğunda annesiyle yaşadığı zor günlerin bir yansımasıdır.
Yazarın Türkiye Türkçesine aktardığımız bütün hikâyeleri; “İnsan Olmak İstiyorum (1960)”, “Memleket (1958)”, “Yetim (1960)”, “Bozkurt (1958)” , “Yılkıcının Oğlu (1956)”, “Tokon Ormana Geldiğinde (1956)”, “Gece Vakası (1956)”, “Dostum Anlasın (1956)”, “Taşa Vurulan Damga (1956)”, “Çilmayra’nın Yakasında (1956)”, “Anne (1958)”, “Gayret (1960)”, “Keder (1962)”, “Mutluluk Veren Bölge (1962)”, “Kavganın Başlaması (1958)”dır.
İlk uzun hikâyesi “İnsan olmak istiyorum” yayımlandığında, Kasımbekov 700 Ruble ödül aldığını ölene kadar unutmaz. Alın teri ile kazandığı parasını evine, annesine götürdüğünde annesi: “Yetim oğlum büyüyüp böyle para kazanmaya mı başladı?” diyerek mutluluktan ağlar. Böylece, öğrenci iken para kazanan Kasımbekov, kirasını kendisi ödeyerek, annesinin geçimini de kendisi sağlar. “İnsan olmak istiyorum” öyküsü yazarın kendi hayatından izler taşır. Öykünün başkişisi Asıl, üniversiteye başvurup kazanamayınca köyüne döner. Babasının, oğlunu işe almaları için yöneticilere yalvarmasına şahit olan Asıl, utanır. Gördüğü yozlaşma ve bozuk düzenden sonra asıl istediğinin babasının istediği gibi memur olmak değil, “insan olmak” olduğunun farkına varır. Yazarın aynı yıl yazdığı “Yetim” öyküsü de küçük yaşta yetim kalan Kasımbekov’un bilinçaltının dışa vurumudur. Üniversitede okurken köyünü özleyip yazdığı “Memleket” öyküsü ise doğduğu şehirden uzakta yaşayan Satıkul adlı çocuğun -memleketine giden Tilegen adlı bir tanıdığı ile- annesi ve anneannesinin tüm engellemelerine rağmen doğduğu topraklara gidişini anlatır. Bir diğer uzun hikayerinden olan “Bozkurt”ta ise Çoban ile kurdun mücadelesi anlatılır. Bu hikâyesi yazarın kurdun ehlileştiremeyeceği konusunu işler. Hikâyede verilmek istenen mesaj ise Türk halklarının mankurtlaştırılamayacağı algısıdır.
“Yılkıcının oğlu”, “Tokon ormana geldiğinde”, “Gece vakası”, “Dostum anlasın”, “Taşa vurulan damga”, “Anne”, “Keder”, “Gayret”, “Çilmayra’nın yakasında”, “Mutluluk veren bölge”, “Kavganın başlaması” diğer hikâyelere göre oldukça kısadır. Kasımbekov’un gençlik yıllarında yazdığı bu kısa öykülerinde komünizmin etkisinde kaldığı anlaşılıyor. Yazarın bu hikâyelerinin gün ışığına çıkarılması ve incelenmesi onun oluşum döneminde nelerden etkilendiğinin ve yaratma gücünün anlaşılması noktasında önemlidir. Oluşum dönemi öykülerinde yazar, daha çok bireysel konuları işler ve öykülerinin kahramanları genelde çocuklardır. Bunun en önemli nedeni, küçük yaşta babasını kaybeden yetim büyüyen Kasımbekov’un ruhsal dünyasında yaşadığı taramvadır. Hikâyelerinde görülen bir diğer özellik ise, oğlunu yetiştirmek için her türlü zorluğa göğüs geren kahraman anne figürüdür.
Kırgız edebiyatında önemli bir yeri olan Tölögön Kasımbekov’un Türkiyedeki okurlarca da okunması ve anlaşılması önemlidir. Sovyetler Birliği döneminin baskı ve zulmüne yakından tanıklık eden yazarın hikâyelerinin nehir roman tarzında yazdığı Kırılan Kılıç, Baskın, Kırgın, Kelkel romanlarına hazırlık aşaması olması, kendi hayatından izler taşıması ve dönemin ruhunu anlatması bakımından oldukça önemlidir.
Bu kitabın yayıma hazırlanmasında başta Türk dünyasının gönüllü elçisi Dr. Yakup Ömeroğlu’na ve Bengü yayınlarının değerli çalışanlarına müteşekkirim. Her zaman olduğu gibi yardımını esirgemeyen hocam Prof. Dr. Orhan Söylemez’e şükranlarımı sunuyorum. Bu süreçte eseri baştan sona okuyarak gözden kaçan hususları düzelten yüksek lisans öğrencim Kübra Şeyma Aydın’a ve Arş. Gör. Ömer Faruk Ateş’e teşekkür ederim.
MEMLEKET
Mayıs ayının sıcak bir öğle vaktiydi. Yalnız başıma Ak-Su tarafından geliyordum. Etrafım dağlarla çevriliydi; rengârenk binlerce çiçek, iğne atsan yere düşmeyen sıklıktaki çalılar, yemyeşil otlar yer alıyordu. Her yeri kaplayan beyaz çiçekler, ceviz ve kayın ağaçları bulunuyordu. Ormanın en yüksek tepelerinde masallardaki pehlivanların kılıcı gibi ince çam ağaçları yükseliyordu. Bu ormanın yarısı meyve ağaçlarıyla kaplıydı.
Yol dalgalanan deniz gibi bir yukarı bir aşağı kıvrılıyor. Atımın yavaş yavaş adımlarını attıkça ses çıkarması, arada bir bakışıyla iki böğrünü sıvazlaması ve başını sallayarak at sineklerini kovalaması bana seyir zevki veriyordu. Epey yol giden atımın terlemiş olabileceği aklıma geldi. Sağrısını kontrol ettiğimde hala diriydi; ama gem vurulan ağzı köpüklenmişti.
Kulağıma bülbül sesleri geliyor. Kuşların şarkı söylercesine makamlı şakımasını dinliyorum. Kanatları mavimsi kelebekler arada bir etrafta uçuşuyor; arılar sarı akasyaların çiçeğine akın edip sürekli vızıldıyorlar; bazıları acelesi varmış gibi havaya yükselip uçarak gözden kayboluyorlar.
Ben de artık can sıkıntısından dil ucuyla bir şarkı mırıldanıyorum. Arada bir eğiliyor, atın yelesine bakıp düşünceye dalıyorum. Eski olaylar aklıma geliyor ve sanki gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Başımdan geçen olayları anımsadıkça, atımı kamçılayıp hızlandırıyor ve kendi kendime: “Vay anasını, tam bir çocukmuşum o zamanlar!” diye içimden biraz da olsa pişmanlık duyuyorum.
Yolum nihayet Burçuke’nin güneş görmeyen bir eteğine ulaştı. Şırıl şırıl tertemiz su akıyordu. Su kenarında gökyüzüne doğru yükselen çam ağaçları, söğüt, ceviz ve kayın, hatta dut ağaçları bulunuyordu. Üzüm dalları sarmaşıktan daha sık bir şekilde ağaçların başlarına doğru uzayıp gitmişti. Dibinde biten otların haddi hesabı yoktu. Nane kokusu diğerlerinden ayrılıyordu. Yaban çiçekleri böğürtlenle birlikte uzamıştı. Yaprakları yüzüme çarpan büyük dut ağacının altında suya girip biraz serinlemek istedim. Ancak tam o sırada sol taraftan bir köpek havlaması geldi. Biraz yürüdükten sonra bir otağ (boz üy kırgız yurdu) gözüktü, yanında Mart ayından kalma küçük kulübe vardı. Onun az ilerisinde tepenin eteğine yayılmış vaziyette keçiler otluyordu. Çadırın önüne çamaşırlar asılmıştı. Kulübeyle evin arasında küçük bir çardak üzerinde kurumaya bırakılan kurut1 serilmişti.
Eve yaklaştığımda beni görür görmez, koca bir kara köpek “Seni nasıl geçireyim?” dercesine bana saldırdı. Sanki beni atımla beraber yere serecekti. Gülümseyerek eve doğru yöneldim. Ayran içip biraz dinlendikten sonra yola çıkmayı düşündüm. Kırgız değil miyiz, sağımız solumuz belli olmaz. Kara köpek beni rahat bırakacak gibi değildi. Peşimden gelip atımın kuyruğuna doğru saldırdı. Ne yapacak acaba diye dizginimi biraz çektiğimde atım istifini dahi bozmadı. Atım sert olsaydı bu durumda köpeğe bir çifte atardı. Ama benim atım oralı bile olmadan yoluna devam etti. Bütün soyunun öcünü almak istermişçesine, köpek hala peşimde atın kuyruğunu çiğniyor, bırakmıyordu. Arkama dönüp kamçı ile vurdum ama yetişmedi.
Bu sırada evden çıkan bir kadın gözüktü. Bu kim? diye suratıma şaşkın şaşkın bakıyordu. Sonra ben eve yaklaşınca birilerine haber vermek istermişçesine arkasını dönüp gitti.
Ben biraz öksürür gibi ses çıkardım ve atımı kamçılayıp evin yanındaki küçük gübre yığınının üzerine çıktım. Köpek iyice hırslandı, atımın önüne geçti ve burnundan kapmak istercesine iki ayağı üzerine dikildi ve hiddetle havlamaya devam etti.
–Hoşt! Git, buradan git! diye evden bir ses yankılandı. Üzerini silkeleyip üstünü başını düzelterek beli bükülmüş bir ihtiyar kadın dışarı çıktı.
–“Hayırlı günler” dedim.
–“Sağolasın!