Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:
“Bu, odur!”
“Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay koydu kendi için ve çayını içerek:
“Peki, o zaman.Bunu ne yapmalı?!”
“Camın önüne bırakarak olgunlaştırmalı.”
“Doğru. Hadi, o zaman götürün!”
Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmaya başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olgunlaşacağı günü bekledi durdu.
Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.
Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu ka çırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarla rın arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu.
Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyordu. Ara sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu.
Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti.
O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu.
Annesinin saçları dökülüyordu…
Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu.
Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti…
Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü.
Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymaya başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.
Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu.
Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:
“Kötüyüm!.”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok kötüyüm!.”
Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çık madı.
Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.
Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu:
“Sen çok seviyorum. Hem de çok.”
Toprağa yüzünü sürerek ağlayıp:
“Seni çok özledim.”, diye bildi sadece.
Annesi artık konuşmuyordu, cani dilden onu dinliyordu.
Dizleri üzerine kalkarak takatsız elleriyle, tırnaklarıyla toprağı kazmayı sürdürdü.
Yağmur bir türlü dinmek bilmiyordu. Şafak söküyordu galiba. Toprağınsa sonu gözükmüyordu bir türlü.
Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Yukarıdan birileri, kim olduklarını çıkaramadı, mezarın içine, ona bakıyorlardı.
Bakanlar bir süre daha böyle onu izlemeği sürdürdüler, gözükmeyen çehreleriyle ona baktılar, sonra kendi aralarında bir şeyler konuştular ve çekip gittiler. Çamurun içinde acayip gürültü yapan adım sesleri de bir süre daha duyuldu ve yok oldu.
Annesi hala yerin altında durmadan fısıldıyordu:
“Seni çok seviyorum.”, diyordu.
Dermansız vücuduyla toprağa sarılarak annesinin gittikçe kendisine yaklaşan sesini dinliyordu:
“Seni çok seviyorum.”, annesi fısıldıyordu: “Çok seviyorum, çok. Biliyorum incindiğini, küstüğünü. Ama sana söz, bir daha yapmam bunu.”
..Annesinin bu sözünden sonra gök gürledi, sonra şimşek çaktı. Şimşek sanki onun beyninde çaktı. Ve o, ansızın deminden kulağının dibinde fısıldayanın kim olduğunu anladı.
… Yüzünü dönerek öfkeyle yanında yatan kocasına baktı. Kocası elini uzatarak yine fısıltıyla:
“Gel bakalım yanıma.”dedi.
Yine şimşek çaktı ve kocasının gözleri gecenin karanlığında parlayıp söndü. Sonra kocasının gözleri bir daha yandı ve hiç sönmedi. Kocası o parlayan gözleriyle sürünerek yılan gibi ona sarıldı.
.Kocasının kolları arasında ezildikçe, annesi aşağıda bir yerlerde mezarının duvarlarını tırmalayarak onları salladıkça, rüzgar saydam yüzüyle camdan onu izledikçe ağlayarak:
“Allah’ım, beni kurtar!”, diyerek sustu.
.Sonra elektrik geldi..
Ön sıralarda oturmuş adamlar ona doğru dönerek bir süre öfkeli yüzlerle onu izlediler, sonra birbirine bakarak, kafalarını sallayıp:
“Ayıptır yahu”, dediler.
Ayağa kalkıp kıpkırmızı bir yüzle kafasını kaldırmadan tırnağının arasına dolmuş toprağı çıkarmaya çalıştı.
“Böyle terbiyesiz sahnelerle neyi ima ediyorsunuz?”
Bunu kalın kakülleri alnının üzerinde duran yuvarlak yüzlü kadın söyledi. Kafasını estirerek konuşup nefretle ona baktı:
“Hem de kadın olduğunuzu söylüyorsunuz”, dedi.
“Buyurun sahneye, bakalım!”, dediler.
Koltukların arasıyla yürüyerek sahneye çıktı.
“Hadi, başlayın artık”, Bunu ön sırada oturmuş gözlüklü adam dedi.
Tüm vücudunu heyecandan soğuk ter damlaları kapladı. Gömleğini çıkardı. Tüm salon iç geçirerek kafasını salladı:
“Rezalet bu!”, dediler.
“Bu nasıl boyun?”
“Böyle uzun bacak mı olur?”
Kakülleri alnının üzerine düşmüş kadın bağırarak ayağa fırladı:
“Böylelerini ateşte yakmak gerekir ki, gelecektekilere ibret olsun!”, dedi ve tabanlarını zemine vurarak, duvarları titreterek salondan çıktı.
Ötekiler de aynen o kadın gibi kafalarını sallayarak “ayıp, ayıp”,