Çocuklar da Zerkalem hocaya bakarak daha yüksek zıplamaya ve onun gibi çılğınca gülmeye koyuldular.
Yalnız o yuvarlak kafalı çocuk yükseğe zıplayamıyordu, ellerini sırtına vurarak serçeler gibi yerinde tekliyordu.
Zerkalem hoca ansızın o yuvarlak kafalı çocuğu farketti, kaşları çatıldı, çehresi eğile eğile ayağa kalktı ve çocuğun üze rine yürüdü:
“Bu ne biçim zıplamak böyle?”
Yuvarlak kafalı çocuk bir gözü Zerkalem hocada, yüzü bembeyaz tüm vücudunu toplayarak kendini yukarıya fırlattı, fakat olmadı, demin zıpladığından daha yükseğe zıplayamadı.
Hal böyle olunca Zerkalem hoca dişlerini gıcırdatarak yuvarlak kafalı çocuğun kulağından tuttu, onun kulağını anahtar çeviriyormuşcasına üç dört kez çevirdi.
Çocuk kedi yarvusu gibi miyavlayarak sustu, dizlerinin üze rinde emekleyerek yatakların arasında sürünüp duvarın dibine kadar geldi, orada oturup kulağını sıvazlayarak ağladı.
…O, atılıp Zerkalem hocanın omzuna bindi, dişlerini kulağına geçirip gücü geldiğince sıktı.
Zerkalem hoca ne kadar bağırsa da, onu kulağından ayırmak istese de, bunu yapamadı, hoca kulağı onun dişlerinin arasında bir süre böyle koridor boyunca koştu.
…Onu Zerkalem hocanın kulağından kelpetenle ayırdılar, sonra usul usul hocanın kulağını onun ağzından çekip çıkardılar.
Sonra bilmediği birisi tebessümlü çehresiyle ona yaklaştı, kolundan tuttu, saçlarını okşayarak kreşin içiyle de götürdü, eline şeker verdi, kreşin dış kapısını açıp onu dışarı çıkardı.
Elinde şeker dışarı çıkıp durdu.
O, dışarı çıktıktan sonra arkadan kapıyı aceleyle kitlediler. Üç dört kez anahtarı çevirdikten sonra bir de kapının arkasına büyük boy demir parçası da geçirdiler.
Hocalar, çocuklarla beraber kreşin küçük, dörtköşeli camlarından korkmuş çehreleriyle onu seyrediyorlardı. Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, onu seyrederek sessiz sessiz ağlıyordu.
İlk önce kapıyı yumruğuyla çaldı, sonraysa tekmelemeye başladı. Sonra zıplayıp pencerenin korkuluğuna tırmandı. Yüzünü cama yaslayarak içeriye baktı, camın öbür tarafındakiler korkarak gerisin geri koşmaya başladılar.
Her kes ondan korkunca o da yere inerek kreşin sonsuz avlusunda öfkeyle, yapayalnız adımladı.
…Karanlık oldukça kreşin büyük avlusunda değişik yara tıklara benzeyen ağaçlar ortaya çıkıyordu. Ağaçların bir kısmı köpeğe, bir kısmıysa file benziyorlardı. Deveye benzeyen ağaçlar da vardı, boyunlarını uzatarak, sağa sola eğilerek zincir gibi etrafında dalgalanıyorlardı…
Ağaçlar çoğaldıkça değişik hayvan sesleri çıkarıyorlardı, birisi keçi gibi meliyor, ötekisiyse çakal gibi uluyordu…
Arkasında garip bir gürültü duydu. Sanki birileri ağır ayaklarıyla bir dalı ezdi. Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Koştukça ağaçların kuru dalları yüzünü, omuzlarını çiziyor, kanatıyordu.
Sonra koşuyorken ağaçların birinin dalı onun koluna geçerek koşmasına engel oldu.
Kafasını kaldırdığında dedesini gördü, kolundan yakalamış, kafasını sallayarak durmadan:
“Hayır, hayır!”, diyordu.
Dedesi yalnız değildi. Yüzü uzunca siyah giysili adamların arasındaydı. Adamlar bitkin bir halde babasının cesedini götürüyorlardı.
Dudağını bükerek:
“Babam nerede?”, diye sordu.
Dedesi eğilip kocaman gözleriyle ona baktı, parmağıyla gözlerinin içine bakmasını söyleyip:
“Bak, gözlerimin içinde!”,diye yanıt verdi.
Parmaklarının ucuna kalkıp dedesinin kahverenkli gözlerinin içine baktı, kahverenkli montuyla gözün içinde oturmuş, hüzünlü gözleriyle onu seyreden babasını gördü.
Kalabalık biraz daha yürüdükten sonra durdu.
Babasının cesedini yolun ortasında bıraktılar. Siyah giysili adamlar cesedin çevresinde dolaşarak ona yol açtılar, hüzünlü gözlerle ona baktılar.
O, cesetle karşı karşıya duran büyükçe sandalyenin üzerine çıkarak ellerini arkasında çaprazladı.
O anda büyük ölçekte ışık düşüre bilen projektörleri yaktılar.
Projektörlerin ışığından içi daralarak, gözleri büyüyerek:
“Afrika dünyanın Ekvatör çizgisinde bulunuyor.”, söylediği laflar yüzünden kendisi de mahçup olmuştu.
Babasıyla alakalı söyleyeceklerini unutmuştu. Aklında bulunan tek şey bir zamanlar haritada gördüğü Ekvatör’ün altında bulunan armuda benzeyen Afrika’ydı.
“Afrika’da sonsuz çöller, tropik ormanlar var.
O, konuştukça alkış sesleri yükseliyordu, sonra babasının siyah çerçevede büyütülmüş resmini ona uzutarak:
“Konuş”, dediler.
O, bir elinde babasının resmi, öteki elindeyse tahta konuştu. Tahtayla babasının burnunu göstererek:
“Bu, babamın burnu!”
“Her kes alkışladı onu.”
“Bu kulakları.”
Sonra yere indirerek elinde babasının resmi onu cesedin önüne götürdüler ve o, kalabalığın içinde yürüdükçe:
“Bu, babamın gözü…Bu, bıyıkları..”
O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:
“Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.
Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:
“Bu, burnuymuş, bu da kulakları..” söylediler.
Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim buruştu, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.
Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu: “Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.
Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.
Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.
Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu..
Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öf keli sesiyle:
“Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.
Diğer resimleri toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:
“Bu