Kızgınlıkla ne kadar hızlı yürüdüğümün farkında değildim. Kendimi bizim sokağın başında buldum ve annemi de karşımda. “Kim ağlatmış benim kara gözlümü?” dedi. Omzumdan düşen çantama aldırmadan anneme koştum. Başımı sıcacık göğsüne yasladım ve içimi çeke çeke ağladım. Annem bir yandan başımı okşuyor, bir yandan sıcacık eliyle gözyaşlarımı siliyor, bir yandan da ne olduğunu merak ediyordu. Burnumu çekiştirerek okula para götürmeyi unuttuğumu söyledim. Annem,
“Bunun için dövdüler mi yoksa?” dedi. “Hayır” dedim.
“Öyleyse niçin ağlıyorsun?” dedi. “Hiç” dedim.
Annem elimden tuttu. Birlikte eve geldik. “İstersen okula gitme bugün.” dedi. Gidecek halim yoktu. Annemin verdiği aidat parasını bir daha unutmayım diye hemen çantama koydum.
Odaya geçtiğimde babaannemin kanepede uyuduğunu gördüm. Elindeki tespih yanına düşmüştü. Ona sokuldum. Başımı dizlerine koydum ve hayatımın en huzurlu öğlen uykusunu babaannemin dizlerinde uyudum. Uyumadan önce beyaz büyük evin bizim olduğunu, teyzemin de o evin hizmetçisi olduğunu hayal ettim.
Annem uyandığımı fark etmemişti. Sofada babaannemle konuşuyorlardı. “Böyle ederek herkesi soğuttu kendinden. Gör bak yarın kocası da terk eder bunu.” diyordu. Teyzemden bahsediyordu. Babaannem sadece dinliyordu. O hep iyi bir dinleyiciydi zaten.
“Canım ne olur, evin kirlenirse temizlenir, bir çocuğun kalbini kırmaya değer mi” dediğinde anladım ki annem, niçin ağladığımı öğrenmişti. Kalktım. Yanlarına gittim. Geldiğimi gören annem,
“Kalktın mı benim kara gözlüm” dedi. Kucağını açtı. Ben de tüm şımarıklığımla koştum kucağına. Artık on yaşımdaydım ve kucağa yakışmıyordum ama bugün kırılan kalbimin tek çaresi annemin kucağıydı.
Annem, “Teyzen mi üzdü seni?” dedi. Başımı salladım. Nereden bildiğini soran gözlerle baktım ona. Pazarda karşılaştık dedi. Annem, onun huyunun böyle olduğunu, herkese aynı davrandığını, canımı sıkmamamı söyledi. Bir daha da gitme, dedi. Zaten gitmeyecektim, hem de hiç.
Teyzemi iki aydır görmüyordum. Bir sabah annemin telaşlı sesiyle uyandım. Babaanneme sesleniyordu, bizimle ilgilenmesini, yemeğimizi yedirip okula göndermesini istiyordu. Babaannem, merak etmemesini söyledi. Uyanmıştım ama anneme sormaya yetişemedim. O gittikten sonra, babaannemden öğrendim, teyzemin evinin merdivenlerinden düştüğünü. İlk olarak “ayağı mı kırılmış” diye sordum. Babaannem bilmiyordu.
Teyzemin yalnızca ayağı kırılmamıştı. Boynunun üstüne düşmüş ve omuriliği zedelenmişti. Şehir hastanesinde yaklaşık bir ay yattı. Evine döndüğü gün hepimiz kapıda karşıladık onu. Kardeşlerim, babam ve ben. Annem zaten hep yanındaydı. Teyzem bir daha hiç yürüyemedi. Tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Üst kata da bir daha hiç çıkamadı. Bizim üst kata çıkmamıza ise, izin veriyordu. Ancak ne üst kat ne de bu büyük bahçe artık bize hoş görünmüyordu. Hayallerimizi süsleyen bu beyaz evin de bizim için hiçbir anlamı kalmamıştı.
BİTMEYEN SAVAŞ
-Anne ben geldim.
–İyi ya dedi önce annesi, sonra yemek yapmakta olduğu mutfak kapısından başını uzatarak,
–Bush sana bir emanet verecekti, verdi mi?
–Hayır anne!
–Doğru söyle.
–Doğru söylüyorum anne, verse getirmez miyim.
–Haa, unuttu o zaman belki yarın verir.
–Belki
Gülümsedi annesine X.
–Ben banyoya geçiyorum. Sen sofrayı hazırlayana kadar çıkarım.
–İyi ya, ha bana bak banyoyu çok ıslatma sonra bana kızıyor Habibe Teyzen.
Bu Habibe Teyze de kim diye düşündü X . Üzerinde durmadı. Annesinin yeni kahramanlarından biri olmalıydı. Önce odasına gitti. Üzerindeki ağırlıklardan kurtuldu. Pantolonunu çıkartıp rahat bir eşofman giydi. Banyoya geçti. Annesi banyo kapısının önüne geldi, konuşmaya başladı.
–Bana bak, Bush bana ne dedi biliyor musun. Saddam’ı ancak sen düşürebilirsin, emrine vereceğim askerlerle git Bağdat’ı bombala, dedi.
–…………
–Sana vereceği çantada da savaş planımız vardı. Bugün elime geçmezse oturup kendim bir savaş planı hazırlayacağım.
–Yarını bekle anne…
Yüzüne iki avuç su serpti X, aynaya baktı. Acı bir tebessüm geldi geçti yüzünden. Annesi dışarıda konuşmaya devam ediyordu.
Annesi hâlâ birinci Irak Savaşı yıllarındaydı. Hâlâ Irak’ta Saddam Hüseyini, Amerika’da da baba George Bushu başkan zannediyordu. Bu tarih, babasının ölümünden iki yıl sonra, annesinin hastalığının iyice ortaya çıkmaya başladığı tarihti. Kendisi ise daha on yaşına yeni girmişti. Ağabeyi lise son sınıftaydı.
Ne güzel bir aileydiler bir zamanlar. Babası gözü pek bir komiser, annesi nüfus müdürlüğünde çalışan güzel bir memurdu. Ağabeyi ile kendisinin bütün istekleri yerine getiriliyor, bir dedikleri iki edilmiyordu. Bazen annesi, babasına; “Çok mu şımartıyoruz bu çocukları” diye itiraz edecek olsa da, babaları “Bırak şımarsınlar, ben baba günü görmedim onlar benim günümü görsünler” derdi.
Baba günü görmek sadece sekiz yıl nasip olmuştu X’e. Ağabeyine ise biraz daha fazla. Kalp krizinden ölmüştü babaları. Tıpkı kendi babası gibi, genç yaşta yenilmişti bu hastalığa. Ve iki oğluyla kalmıştı Z. Bu ani ölüm en çok onu sarsmıştı. Kabullenemedi, sevgili eşinin bu ani gidişini. Görüşmedi hiç kimseyle. Hiç kimseden taziye kabul etmedi. Çocuklarını okşamalarına onları teselli etmelerine müsaade etmedi. Onlar da kim oluyordu. Çocukları zavallı, kimsesiz değildi. Koskoca Komiser S’nin çocuklarıydı onlar. Hem anneleri vardı yanlarında.
Birer birer bağlarını kopardı herkesle. İşyerinde kimseyle konuşmuyor, başını önüne eğip işini yapıyordu. Bir süre sonra işini de doğru yapamamaya başladı. Amirleri sık sık uyarıyordu. Onların kendisini uyarmasına tahammül edemiyor, sataşıyordu amirlerine. Servis arkadaşları durumunun iyi olmadığını anlamış olacaklardı ki onu idare etmeye başladılar. Z’ye verilen işleri her gün birisi yapıyor sonrada o yapmış gibi gösteriyorlardı. Fakat bu durumda çok uzun sürmedi. Servisteki arkadaşlarını taciz etmeye başladı. Erkeklerin kendisinde gözü olduğunu, kadın memurların ise sağlığında eşiyle aşk yaşadığını iddia ediyordu.
Bazen duymazlıktan geliyorlardı onu. Hatta aralarında şakasını bile yapıyorlardı, Bugün bakalım hangimize takacak, hangimiz eşinin eski sevgilisi olacağız” diye. Bütün memurlar onun masasının yanından geçerken başlarını ondan tarafa çevirmemeye özen gösteriyorlardı. Olur da göz göze gelecek olurlarsa bir sürü zılgıt yemeleri içten bile değildi. Yine de anlayışlı insanlardı. Şunun şurasında emekliliğine iki yılı var, bari bu süreyi doldursun da emekli olsun, çocuklarına yazık olmasın diyorlardı.
Dedikleri gibi de oldu. İki yıl binbir güçlükle de olsa doldu. Sonra bir gün Nüfus Müdürü, Z’nin esnaf olan ağabeyinin dükkanına gitti. Yaklaşık iki yıldan beri süre gelen ve ailenin de büyük bir kısmını bildiği olayları ve Z’nin artık çekilmez bir duruma geldiğini anlattı. Ağabeyi durumdan haberdar olduğunu emeklilik