“Lütfen anne, beni yalnız bırakmayın!”
“İblis: Ey Rabbim, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki kesinlikle ben yeryüzünde onlar için süsler yapacağım ve hepsini azdıracağım!” Hicr Suresi 39. Ayet
İstanbul’da tek başıma ayakta durmaya kısa sürede alıştım. İletişim sektörünün cıvıltılı atmosferi (Güzel). Vur patlasın çal oynasın zamanlar (Eğlenceli). İçi başka dışı başka afilli yalnızlıklar dünyası (Uyum sağlanabilir). Arkadaşlarını ve sevgililerini düşmanları arasından seçen zavallılarla yaptığım iş anlaşmaları (Sinir bozucu). Kâbuslar (Aynen devam).
Zamanla bambaşka bir kız olmaya başladım. Önceleri içine kapanık, mutsuz, öfkeliyken, sonraları kendini beğenmiş, kibirli ve sosyal biri olup çıktım! Ne de olsa hayatta tek başına ayakta kalmanın kendine has kuralları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi rekabet eden, en yakın arkadaşının kuyusunu kazan ve güç savaşını kıran kırana oynayan reklamcılar dünyası kuralların dışına çıkanları asla affetmez. Böylece meslektaşlarım sayesinde gece gördüklerimden korkmamayı öğrendim! Çünkü kesinlikle birlikte çalıştığım reklamcılar, bedensiz varlıklardan daha tehlikeliydiler!
Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi… Bunlarla birlikte tanıdık bir ses daha!
Reklamcı:
“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini bildirebilirsin!”
Kız çocuğu:
“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan korkuyorsun. Her zaman korktun!”
Siyah Siluet:
“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”
“(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah’ı aciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi 12. Ayet
“Hatice dün gece seni rüyamda gördüm.”
“Ben de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”
“Evet, yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve girdik.”
“Büyük bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”
“Sonra o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi ışıldadı!”
“Ve bana sarıldı!”
“İnanmıyorum aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”
“Allah hayırlara çıkarsın ablacığım.”
“Hâlâ kâbus görüyor musun?”
“Hayır. Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara Suresi 160. Ayet
UNUTTUKLARIN, KALDI İÇİMDE!
Aslında zamanla daha az şey hatırlamak büyük bir nimet olsa gerek. Bu yüzden Sinan’a çok özeniyorum. O söyler, yapar, yaşar ve unutur. Hatırlatmaya çalıştığımda sadece boş gözlerle bakar. Ben haybeye çırpınırım. Hatta bu uğraşılarımı da küçümser. Eskiye takılmış kalmış ya da onu hatırlamadığı sözlerle kendine bağlamaya çalışan biri muamelesi yapar. “Neyse ne! Nereden aklına geldi şimdi? Söylediysem bile hatırlamıyorum.” der ve yaptıklarının söylediklerinin sorumluluğunu almaz.
Oysa sözler çok önemlidir benim için. Bir insana bağlanma nedenim bile olabilir. Sinan ise hayatıma giriş kapısı olarak kullandığı vaatleri o kadar çabuk unuttu ki…
Şimdi “Bıktım senden!” diyor umarsızca.
Üç yıl önce, 14 Eylül 2010; “Bu gelip geçici bir heves değil. Bir hayat boyu beraber olacağız.” demişti.
Bir şeyler düğümleniyor boğazıma, önünde ağlamak istemiyorum. Bıkmış bir insana, bunu saygısızca yüze vuran bir insana haykırsam ne faydası olur ki? Ödetmeye kalksam bunun bedeli ne olabilir? Gözlerindeki bakışa takılıyorum. Haşin ve sabit gözlerimin içine bakıyor. Dudaklarının sessizliği ile gözlerinin feryadı birbirine karışmış durumda. Öfkesi bürüyor dört bir yanımı. Zalimliği dağlıyor yüreğimi. Hafızama o görüntünün kazınmasını istemiyorum. Başımı önüme eğiyorum. Suçlu benmişim gibi… Gözlerimi yumar yummaz, başka bir anı beliriyor zihnimde.
8 Haziran 2010; Ellerimi tutup dudaklarına götürüşü ve gözlerimin içinden kalbime süzülüşü. O bakışta aşk olduğuna o kadar emindim ki…
“Artık başka biri var hayatımda.” diyor, canımı ne kadar yaksa kârdır mantığıyla.
Durup düşünüyorum. Onu bu kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilirim? Bir bir hatırlıyorum her şeyi.
İstanbul’da kendi ayaklarımın üzerinde kör topal ilerlemeye çalışırken tanışmıştık. Önceleri pek dikkatimi çekmemişti. İlk görüşte âşık olmak mayası yoktur benim toprağımda. Zor severim, zor yıkarım duvarlarımı. Büyük bir savaş veririm kendimle. Korkarım kırılmaktan. Çünkü bilirim ki, dokunulmazlığı vardır aşkın. Bilirim ki, sevmek sergilemek demektir; gözle görülmeyenleri… Tutsaklık demektir. Kalbimde bir zincir vardır da onunla prangalar beni sevdiğim kişi. “Hep bana ver.” diyerek bakanlar yaklaşamaz ama hayatıma bir giren de almadan gitmez umutlarımı, hayallerimi… Umut ve hayal o kadar değersizdir ki kimileri için, “Bu da ilişki miydi?” demeyi ihmal etmezler nankörce! Onların almayı bekledikleriyle, benim sunduğum hazine çok farklıdır çünkü… Malzeme değildir, saf özlem. Elle tutulamaz. Gözleriyle göremediklerini, bırakır giderler şuursuzca. Bilirim. Bilmek fayda etmez. Uyarmadan sevemem kimseyi.
Onu da uyarmıştım.
10 Mayıs 2010; “Sen çok kırılgansın. Farkındayım. Ama bundan sonra ben varım korkma. Ailenden bile fazla düşünüyorum seni. Güven bana.” demişti.
Az kaçmamıştım ondan. İnceden gönlüme sızmaya başladığını fark ettiğimde, aklıma danışarak ilerlemiştim hep. Sordum, sorguladım,