Kardan adam korku filmi izliyormuşçasına Bedevi’yi dinliyordu. Eskimo ona yalancı gözüyle bakıyordu. Yarasa ve Köstebek hiç oralı değildi, ancak Günebakan daha fazla kendini tutamadı:
“Yanlış! Yalan! İftira! Güneş asla öyle şeyler yapmaz! O hayat ışığıdır. Can kaynağıdır. Kavurur diyorsunuz ama ben ona saatlerce bakarım da kavrulmam, buharlaşmam! Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
Kardan adam:
“Ben Bedevi’ye katılıyorum! Çok çok acımasız o! Ona hiç güvenmeyin! Birçok arkadaşımın ölümüne sebep oldu!”
Eskimo:
“Bırakın Allah aşkına! Güneş o kadar da sıcak değil! Sıcak olsa ben bu kadar kıyafetle dolaşmak zorunda kalır mıyım? Demek ki Bedevi de Kardan adam kadar naif olacak ki o kadarcık sıcağa dayanamıyor. Belki Güneş havayı biraz ısıtıyordur evet, doğru. Ama bu sıcaklık, asla yakıp kavuracak kadar olamaz!”
Sonra yine herkes bir ağızdan konuşmaya başladı. Kimisi sinirden yumruk yumruğa gelecek haldeydi. Anladım ki, bu grubu sırayla konuşturmanın imkânı yoktu. Birbirlerini asla anlamayacak, birbirlerine asla hak vermeyeceklerdi. Bunun üzerine onlarla teker teker konuşmaya karar verdim. Güneş hakkında ne düşünüyorlardı, onunla ne yaşıyorlardı, ne hissediyorlardı, merak ediyordum. Vadinin bir köşesindeki ağacın altında hepsiyle ayrı ayrı görüştüm. Günebakan’ın aşkı ve saygısı beni derinden etkiledi. Yarasa ve Köstebek’in kör olduklarını fark etmeyişleri ve bu yüzden güneşe inanmamaları çok komikti. Sonra, Eskimo’nun aslında Bedevi’ye ne kadar benzediğini gördüm. Kardan adamın uzun uzadıya anlattığı korkusunu, bir an içimde hissettim. Şunu belirtmeliyim ki, onları anlıyordum, onlarla iyi vakit geçiriyordum, onları sevmiştim. Hepsinin kendine ait bir doğrusu vardı. Bu doğrular yan yana gelmedikleri sürece, ‘yanlış’ değildi. Kardan adamın Bedevi ile dostluğu, Eskimo’nun Günebakan ile ortak nokta bulması neredeyse imkânsızdı. Birbirlerini anlamıyorlardı ve birbirleri hakkında tek bildikleri buydu. Oysa bana gelince durum değişikti, ben onlardan herhangi birini anlayabilirdim. Bunu biliyorlardı. Hepsi kendi fikrini sunduktan sonra, gözlerini bana diktiler. Onların merakı, benim merakım gibi Güneş ile ilgili değildi. Zaten hepsi Güneş hakkında en doğruyu bildiklerini düşündükleri için akıllarında şu sorular vardı: Hangisine hak vermiştim? Kimden yana duracaktım? Bundan sonra hayatımda hangi yolu seçecektim?
Konuşmaya başladım. Bir tercih konuşması değildi tabii ki… Naçizane kendi fikrimi bildirmek istemiştim:
“Sevgili dostlarım! Hepinizi çok seviyorum. Beni çok iyi bilgilendirdiniz ve merakımı biraz olsun giderdiniz. Hayatıma girdiğiniz için hepinize teşekkürler! Sanırım hepiniz Güneş’e farklı bir pencereden baktınız ve onun farklı özelliklerini gördünüz. Ama bir de beni dinleyin. O Samanyolu Galaksisi’nin parçası olan bir yıldız. Büyüklüğü ve sıcaklığı bakımından küçük sayılır ancak yaşadığımız dünyadan kat be kat büyük! Hepinizin onu farklı görmesinin nedeni ise…”
Birden grupta büyük bir uğultu koptu. (Ya da kıyamet koptu mu demeliydim?) Sözümün devamını getirmemi beklemeden öfkeli söylemlere başladılar. Kendilerini bana tam anlatamadıklarını ya da benim kıt zekâlı olduğumu düşünüyorlardı. Sanki onlara ihanet etmişim gibi davrandılar. Oysa ben altı üstü Gölge’ydim. Güneş’in gördüğü herkesin dibinde bitiverirdim. Onlardan biri gibi görünürdüm ancak, kolayca başka biri gibi de olabilirdim. Bu beni karaktersiz yapmıyordu ama onların aklından geçen sanırım tam olarak buydu. Tabii ki gölgelerin de kendine has bir duruşları vardır ve hayatları kendilerini anlatmaya çalışmakla geçer. Ancak, bu durumu onlara anlatamadım.
Beni kendilerinden görmeye neden bu kadar çok ihtiyaçları vardı anlamıyordum? Bana olan kinleri, birbirlerine olan öfkelerini bastırdı. Birbirlerini anlamamaları problem değildi, kendilerini anladığını sandıkları birinin “anlamadıkları şeyler söylemesi” büyük bir sorundu, kaostu, affedilemezdi! Ben onların gölgeleriydim ya hani, nasıl olur da onların peşinden gitmezdim?
Eskimo, Kardan adam ile uzlaştı; Yarasa, Köstebek ile Bedevi Günebakan’ın kırık kalbini onarmaya çalıştı… Bir tek ben yapayalnız kaldım o vadide! Batmakta olan Güneş bile bana gülümseyerek “İyi akşamlar.” deyip uzaklaştı.
Bense Allah’a, Güneş’i ve şahitlerini bana gönderdiği için şükredip bundan iki önemli sonuç çıkardım:
Bir; Güneş’in bütün şahitlerini dinlesem bile, onu tam olarak tanımamın imkânı yoktur.
İki; eğer farklılıkların bulunduğu bir ortamda herkesi anlıyorsanız, mutlaka herkes tarafından yanlış anlaşılıyorsunuzdur!
PEMBE BALIK
“Anne, akvaryum nedir?”
“Camdan büyükçe bir kap. İçi su dolu. Birkaç minik ve renkli balık konulur içine. Evlerde süs eşyası gibidir akvaryum.”
“Anne bana akvaryum alır mısın? İçinde pembe balık olsun.”
Annesi sinirlendi. Onun aklına akvaryumu kim sokmuştu acaba? Nerden öğreniyordu böyle şeyleri? Kendisiyle dalga mı geçiyordu? Akvaryumun ona ne faydası olurdu? Hem de içinde pembe bir balıkla… Çatallaşan ses tonuna hâkim olarak:
“Pembe mi? Pembe de nereden çıktı?”
“Pembe, kızların en sevdiği renkmiş. Yani benim de en sevdiğim renk o olmalı. Bu yüzden her şeyim pembe olsun olur mu anne? Akvaryumdaki balığım da pembe olsun, ne olur!”
Bir an “Nereden öğrendin bunları!” diye haykırmak istedi. Sonra onun o parlayan yüzüne baktı. Pembe balıklı akvaryum düşleyen gözleri ışıldıyor muydu?
“Pembe balık olmaz!” diye kestirip attı. Onu odasına gönderdi.
Aklını yaptığı işe vermeliydi. Bir an önce sabah akşam kendilerini konuşan o mahalleden uzaklaşmalılardı. Yavrusunu itip kakan yaşıtlarından kurtarmalıydı. ‘İnsanlar eskiden bu kadar acımasız değillerdi’ diye düşündü. Koliler üst üste istiflenmişti. Minik Filiz takılıp düşmesin diye hepsi duvarın önünde ikinci bir duvar gibi duruyordu. Hem kocası onları terk ettiyse ne olmuştu? Günümüzde kaç koca eşine sadık kalıyordu ki? Acıyan bakışlar… Meraklı bakışlar… Onlar önce kendilerine bakmalıydılar. Kolilerden birini kapatmak üzereyken bant istemsizce sağa sola yapıştı. Derin nefes aldı. Gereksiz yere yapışan bandı söküp attı. İkinci denemesinde başarılıydı. Geriye koliyi diğerlerinin üzerine yerleştirmek kalmıştı. İyice yukarıya kaldırdı. Koli ağırdı. Tam yerine oturtacakken, düşüverdi. Şangırtı sesleri zaten harap olmuş sinirlerini iyice hoplattı. Bir tekme savurdu düşen koliye. İçinde kırılmadık bir şey kalmadı. Hıçkırıklar, iç çekişler… Filiz olabildiğince hızlı adımlarla odasından çıkıp yanına geldiğinde, annesi ağlıyordu.
“Benim yüzümden ağlıyorsun, değil mi anne?” dedi.
Bir hafta sonra, yeni evlerine taşınıyorlardı. Yeni mahalleleri değişik bir semtteydi. Müstakil evlerin, iki üç kattan yüksek olmayan aile apartmanlarının ve biraz ileride de gecekonduların bulunduğu bir yerdi. En güzel yanı düzayak olmasıydı. Yokuş, merdiven, indi çıktı yoktu. Rahatça yürüyüş yapabilecekleri açık alanlar mevcuttu. Fakat “Mahalle sakinleri daha cahil. Bunlar, iyice ayarsız olur.” diye düşündü kadın. Ucuz, derme çatma müstakil evlerinin bahçesine Filiz için bir koltuk koymuştu. Eşyalar taşınırken arada kalmasın