Bone çaputu attı, doğruldu ve haç çıkararak başladı ağlamaya.
Gökmen bir kez daha böğürdü, müthiş bir surette açtı gözlerini ve solumayı kesti.
YORDAN YOVKOV
Büyük hikâye ustası Y.Yovkov 1880’de Sliven’in Jeravna köyünde doğdu. Liseyi bitirdikten sonra babasının koyunculuk yaptığı Dobruca’nın Cifutköy (şimdi Yovkovo) köyüne yerleşti. Bir süre yörenin birçok köyünde öğretmenlik yaptı. Astsubay rütbesiyle Balkan ve Müteffiklerarası savaşlara katıldı. 1.Dünya Savaş’ında Voenni İsvestiya (Askerî Haberler) gazetesinde muhabir olarak çalıştı. 1920’den 1928 yılına kadar Bükreş Büyükelçiliğinde Basın Ataşesi görevinde bulundu. 1937’de vefat etti. Eserlerinde insanlar arası ilişkilerde hep güzellikleri aradı. Gönül eri oluşu en çok dikkat çeken özelliğiydi. Bulgar hikâyeciliğinin en büyük ustası olarak gönüllerde taht kurdu.
Eserleri: Kray Mesta (Mesta Irmağı Boyunda), Zemlyatsi (Hemşehriler), Staroplaninski Legendi (Kocabalkan Efsaneleri), Veçeri v Antimovskiya Han (Antimovski Hanında Geceler), Çiftlikıt Kray Granitsata ( Sınır Boyundaki Çiftlik) vb.
SENEBİRLİ KARDEŞLER
Şterü dede, boğucu sıcakta hasta bir kuş gibi kanatlarını salıvermiş yel değirmenin güneyindeki tek başına yükselen iki ağaca bakıyor, Senebirli kardeşleri düşünüyordu. İki ağacın göğe, iki yeşil direk gibi yükseldiği ufuk çizgisinin öte tarafında Senebir köyü bulunuyor, Petır ile Pavli kardeşler burada yaşıyordu.
Onlar, mütevazı, uysal öküz gibi çalışkan, Allah’tan korkuları, insanlara karşı merhametleri olan kişiler değil ki, diye düşünüyordu Şterü dede. İkisi de kış günlerinin en büyük soğuklarında, Tuna ırmağı donduğu zaman beri kıyıya geçen ve Dobruca ovasını dilim dilim dilen gök tüylü bataklık kurtları gibi korkunç ve yırtıcıydılar. Onlar işte böyle çıkıvermişlerdi meydana. Rus muhaberesi sırasında gelmişlerdi Senebir’e; önlerine katıp getirdikleri at, koyun ve sığır sürüleriyle. Ve bunlar, alın teriyle kazanılmış mal olamayıp karışık zamanlarda şuradan buradan yağma edilmişti. Senebir’e, sakırganın canlı ete battığı gibi battılar. Fakir ve çaresizler önlerinde diz çöktü, güçlüler de ya bıçakla saplandı, ya da boğaların boynuzlarıyla ezdiği gibi ezildiler. Yirmi yıl zarfında da iki kardeş bütün köyün sahibi oldu.
Senebir’de yalnız bir varlıklı insan kalmıştı: o da Halil Hocaydı. Onun çardaklı ve şimdi Şterü dedenin uzaktan seyrettiği, önünde iki karaağaçın göğe yükseldiği beyaz konağı da Senebirli kardeşlerin eline geçince, burada hâlâ tutunmaya çalışan bir avuç Türk de yerlerinden sökülerek Anadolu’nun yolunu tuttular.
Bu toprakta doğup büyüdüklerinden ötürü büyük bir kederle ayrılıyorlardı. Hayatlarında ağızlarına bir damla şarap koymadıkları hâlde şimdi adamakıllı içmişlerdi. Dostlarıyla horo oynadılar, türkü söylediler, ağladılar, düne kadar düşmanları olanlarla bile sarmaştılar. Sonunda da bütün Senebirliler onları köyün dışına kadar uğurladılar. Şterü dede de, uğurlayanlar arasındaydı… Yola, sabaha karşı çıkmak niyetindeydiler, işte artık ay doğmuştu. Gök tertemizdi, ova uzanabildiği kadar uzanmıştı, üzerini beyaz bir duman kaplamış, köyün bulunduğu yerde de sönük, karanlık pencereli beyaz evlerin duvarları arasında yan yana iki insan, geçmişin iki hayaleti gibi iki siyah karaağaç yükseliyor, gidenlerin ardından bakıyordu.
Halil Hoca son defa bu iki karaağaca ve arkalarında kalan evine bakıyordu. Erkeklerse delicesine türkü söylüyor, kadınlar ağlaşıyordu. Şterü dedeye dönüp yavaşça:
–Hoşça kal, Şterü çorbacı, dedi. Gidiyorum artık. Uzaklara, denize kadar gideceğim. Orada da buradaki gibi kötülükle karşılaşırsam daha ötelere, denizin öbür tarafına geçeceğim. Bildiğin gibi mülkümü Senebirli kardeşler aldı. Varsın alsınlar. Helâl olsun. Ama, dinle bak sana ne diyeceğim: Şu iki karaağacı görüyor musun? Onları rahmetli babam, ben ve daha sonra kardeşim dünyaya geldikten sonra kendi eliyle dikmiş. Onlara bizim namımız verilmiş, bizim kısmetimiz olmuşlar. Biliyorsun onlar daima yemyeşil ve dalları arasında hiç kuru çırpı bulunmayan şen ağaçlardır. İleride ne olur, bilmem! Ama, Allah’ın birine bahşettiği varlığı, geri alıp başkasına vereceğine de inanmıyorum. Şterü çorbacı sözlerimi iyi belle… dedi.
Ama, insanların kaderi yine de Allah’ın elindedir. Sene-birli kardeşlerden büyüğü Petır, artık yorulmuş, ihtiyarlamıştı, bundan ötürü de çocuklarını terk ederek kendi avlusundaki bal arılarıyla meşgul olmaya başladı. Günün birinde de aniden ölüverdi. Hem de ummadık bir şeyden, bir arı sokmasından. Arı kimi sokmaz ki!.. Ama, onun her yanı şişti ve bir iki günde gidiverdi. Fakat Şterü dede, büyük kardeşin ölümü olayına değil de avluda uçları göklere uzanan karaağaçlardan birinin o günlerde ütülenmiş gibi dallarını kısıvermesine, çok geçmeden de kuruyuvermesine şaştı. Ağaç bundan sonra taze filiz sürmedi, ertesi yıl da onu kestiler. Şterü dede bu olayı çok düşündü. Bazı defa: “Kuraklıktandır” dedi. Gerçekten de o yıl büyük kuraklık olmuştu. Bazen de: “Halil Hoca’nın dedikleri doğru çıktı, keramet bu!” dedi. Ama bunu bir kimseye söylemeye cesaret edemedi, sırrı kendisine sakladı.
Ortada bir ağaç kaldı. Ağacın gövdesi ufkun ötesinde gizli kaldığından ve dalları yukarıda ikiye ayrıldığından bir değil de yine iki ağaçmış gibi görünüyordu. Onu uzaktan seyredenler, iki ağacın yerinde durduğunu sanıyor, Senebirli kardeşlerden her zamanki gibi bahsediyorlardı.
Her şeyin öyle olmadığını yalnız Şterü dede biliyordu. O, ilk kerametten sonra öteki kardeşin, yani Pavli’nin işi daha da tıkırında gitmeye başladı. İlk karısı öldü, genç ve daha güzelini aldı, daha birkaç çocuğu geldi dünyaya. Zenginliği ve gücü daha da arttı. Şterü dede, Halil Hoca’nın dediklerini yine asılsız, masalmış, gibi düşündü.
Ama, bugünlerde öyle bir olay vuku buldu ki tarlalardan demet çeken ve yolculuğa çıkan köylüler, (bu geniş ovanın yolları sanki hep ortasında yükselen o ağaçların etrafında dolanıyordu) Senebir kardeşler hakkında her zamankinden daha fazla bahsetmeye başladılar. Ortada büyük bir havadis dolaşıyordu. Üvey ananın kendisinden nefret ettiği ve öz babası Pavli tarafından azarlandığı ve bundan ötürü de evden kaçtığı delikanlı denebilecek yaştaki oğlu, aylarca ortadan yok olduktan sonra arkadaşlarıyla Senebir dolayında görünmeye ve yol keserek soygunculuk yapmaya başlamıştı. Şimdi herkesin ağzında yalnız: “Senebirli Pavli’nin haydut oğlu!” sözleri dolaşıyordu.
Yalnız Şterü dede: “Şimdi bir şey olacak” diye düşündü. Bir, iki gün, bir hafta ve haftalarca bekledi. Her şey eskisi gibi gidiyordu. Senebirlinin harmanında harman makinesi harıl harıl çalışıyor, ambarlarına altın rengi buğday taneleri doluyordu. Demet yığınları harman kenarına dağlar gibi oturtulmuşlardı. Şterü dede dayanamadı, kalktı Senebir’e yollandı. Karaağaca önden, arkadan, sağdan, soldan, her taraftan baktı; ağaç sapasağlam, yemyeşil, şen şatırdı. Hiçbir yerinde kuru çırpı görünmüyordu.
Su değirmeninin yukarı merdiveninde oturan Şterü dedenin aklından işte böyle düşünceler geçiyordu. Dokurcunların gölgeleri uzadığı, anızlığa yumuşak ve zarif bir aydınlık yayıldığı ve etrafın serinlediği bir sırada yerinden kalkarak kovanlarının yanına gitti. Karşılarına çömelerek arıların ardı ardına dönmelerini ve iri yağmur damlaları gibi tup tup, ağır ağır konmalarını seyrediyordu.