Resim 2: Kaa-Hem Kolhozunda bir mısır hasadı.
Resim 3: Şivilig köyü manzarası.
ISSIZ KÖŞE
Prolog
Güz…
Güzün son demleri…
Bulutlar alçak alçak.
Bulutlar kara kara.
Bulutlar sanki gökten yere doğru akıp duruyor.
Bulutlar parça parça olmuş kirli keçeler gibi.
Bulutlar, sadece Ulug-Hem’in2 iki kıyısında birer şerit gibi uzanan yüksek taygaların zirvelerinde yükseliyordu sanki.
Bozkırlar ıssızdı. Dağların eteklerinde, sulama kanallarının kenarlarında hasat edilmiş engebeli tarlalar uzanıyordu.
Rüzgâr estikçe, boz renkli döngele3 yığınları ovaları geçip dağ geçitlerini aşarak büyük kar fırtınalarında sığınak arayan hayvanlar gibi hızlı hızlı bir yerlerde toplanıyordu.
Çekirge sesleri, uzun zamandır duyulmuyordu. Yeşil dağ servili taygalarda geyikler birbirlerini izliyordu. Hiç kış görmemiş buzağılar çok geçmeden dört ayaklarının üstünde durmaya çalışarak kederli kederli böğürmeye başlayacaklardı.
Göçe geç kalmış turnalar, dalbıy4 gibi hizalanmışlar, alçaktan sessizce uçup güneye doğru gidiyordu.
Çayırlardaki gölcükler, ta geceden buz tutmuş gibiydi. Güz sadece kuzeyde değil tüm yönlerde, gökte ve yerde de kendini hissettiriyordu.
Kızıl çalılıklarla karışmış öbek öbek sepetçi söğütlerinin arasında, birisi ağır ağır at sürüyordu. At, gebe bir kısrak gibi semiz ve şişkindi; ahşap tabaklara benzeyen geniş toynaklarını, ayaklarına kum dolu çuvallar bağlanmışçasına yavaş yavaş hareket ettiriyordu. Kulaklıkları arkasına bağlanmış kuzu derisi haptıga5 giymiş, eskimiş pamuklu yazlık elbisesine solmuş kırmızı bezden bir kuşak bağlamış olan orta yaşlı kadın, atını mahmuzluyor ama bir türlü hızlandıramıyor; sadece rengi uçmuş kara deriden yapılmış eyerden bir hışırtı sesi yükseliyordu. Kadın çalılıkların arasından bir an önce çıkmak için söğüt dalıyla atını kırbaçladığında, atın sağ yanından topraklar fışkırıyor, geride sadece tabanlarının geniş izleri kalıyordu.
Yol başka izlerle doluydu. Anlaşılan birkaç gün boyunca burada çok iş görülmüştü. Yük kızakları yolun her iki tarafında bir sürü iz bırakmıştı; çalılıklarda biriken kucak kucak saman sapları, baharda küçükbaş hayvanların döktüğü tutam tutam tüyler gibi sallanıyordu. Ağır ağır giden at bunlardan rahatsız olmuyor, ürkmüyordu.
Gür çalılıklar…
Kıvrıla kıvrıla giden yol…
Ormanda küçük açıklıklar…
At birdenbire kulaklarını kazık gibi dikip irkildi. Kadın yuları öfkeyle çekerek “N’oldu seni canavar!6” diye atını azarladı.
Ancak at, sahibinin homurdanmasına kulak asmadı; daha da sola döndü, gürültüyle kişnedi. Kadın iyice öfkelendi, ayakları acıyana kadar topuklarıyla atı mahmuzlamaya başladı.
Kadın atını ürküten tarafa doğru bakınca yol kenarına bırakılmış, dolu olduğu için şişkince duran bir deri eyer çantası gördü; atın fark edip ürktüğü şeye şüpheyle yaklaştı. Yerde eyer denklerinden biri tek başına duruyordu, diğer denk ise ortada yoktu.
Bir süre atından inmedi; “Yolcunun biri düşürüp ormana mı gitmiş acaba, denklerden biri neden yerde, neden bırakılmış?” diye kendi kendine düşündü.
Kadın dizginlerini eyer başına bağlayıp yavaşça atından indi, dengi incelemeye başladı. Etrafta hiç hareket yoktu. Çantayı eline alıp uzun uzun baktı, içi doluydu, sallayınca bir şıngırtı duyuluyordu.
Bulutların arkasında görünmez olan güneş, dağları aşıp kaybolmaya başlamış; alacakaranlık çabucak çöküvermişti. Hava epeyce soğumuştu. Kadın, yanağına bir esinti değince ürperdi.
Kadın “Dengi güneyde hasat yapanlar düşürmüş olmalı!” diye düşündü:
– Bunu alıp gideyim, çalmış olmam, sahibini bulup veririm muhtemelen.
Dengin ağzını tereddütle çözdü, içinden insan göğsü kadar büyük bir matara çıktı. Mataranın nemli ağzından güz sütünden yapılmış içkinin buram buram kokusu geliyordu. Mataranın yanında bir de ahşap kadeh vardı. Dengin diğer tarafına büyükçe bir bezin içine oldukça semiz, haşlanmış et konulmuştu. Bunlardan başka gerilmiş peynir, dövülmüş buğday, kurutulmuş kurut….
Sonra aklına bir sürü düşünce üşüşüverdi:
– Çalınmamış bir şey yolun üstünde ne arıyor?7
– Sahibi dengi üzengiye de mi bağlamamış?
– Bütün matarayı içip bitirmem, kalanı sahibine bırakırım…
Mataranın ağzını biraz açtı, kadehi yarısına kadar doldurdu. Yere oturup hemen yanındaki ak sorguç otunu kopardı, kadehin içine soktu, otla dört yöne doğru saçı8 yapmaya başladı:
– Çalmadım, yolda buldum, bereketli taygam!9
Kadehteki içkiyi son bir yudum kalana kadar içti, son yudumu da yere saçtı. Sonra bir kadeh daha içti, kalanları yine saçı yaptı. Elini dengin içine sokup yokladı, başka bir bezin içinde yağlı bir kaburga kemiği buldu. Soğuk eti çiğneye çiğneye yedi.
Çok geçmeden hava daha da karardı. Soğuk içki onu önce ürpertti, ardından sabahtan beri bir şey girmemiş midesini ısıtıverdi. Gözleri alacalanmaya başladı. Dengin sahibi çıkıp gelse ondan bile çekinmeyecekti!
Kadın atına binmek için hazırlanmaya başladı. Ağzını kapatıp matarayı yerine koydu. Oldukça ağır olan dengi atına yüklemek için yüksekçe bir tepeye gitti. Ayakta uyuklayan atını yanında götürdü.
Tam bu esnada, keskin bir ses tam yanı başındaki karanlık çalıların altından duyuluverdi:
– Ingaa!
Ağır dengi yere bıraktı, gözleriyle karanlığı taradı.
O tiz ses yine duyuldu. Kadının yüzü köz gibi kızarıverdi. Dizlerinin bağı çözüldü. Dengi yüklemeden hemen atına bindi. Ganimet düşünecek hali kalmamıştı. Atına biner binmez birden aklı başına geliverdi.
Korkunç çığlık yeniden duyuldu:
– Ingaaa!
Kadın atını sürüp hemen oradan uzaklaşmak istedi. O esnada “Ya kulaklarım çınlıyor ya da bu duyduğum baykuş sesi olmalı!” diye geçirdi aklından. Atını ses gelen çalılıklara doğru sürdü. Hayvan kulaklarını dikti ve olduğu yere mıhlandı. Çalılıkların