Hanımı Ogdooçuya’ya söylediği gibi, Muhtar Kıççık, Moloohoy Uybaan’ı işçilerin yaşadığı kulübeye yerleştirdi. Onu çalıştırarak birlikte bu şekilde yaşadılar. O zamanlar Moloohoy Uybaan daha yeni çocukluk çağından çıkmaya başlamış, keskin bakışlı, güzel görünümlü sempatik bir çocuktu. Muhtar Kıççık’ın işçilerinden İhtiyar Beceke, çocukcağıza acıyor, onunla kendi çocuğu gibi ilgileniyordu. Çocuğa ağır bir iş verdiklerinde bütün gücüyle ve deneyimiyle ona yardım ediyordu. Başından beri çocukcağızı kendi yatağında, ayakucunda yatırıyordu. Onun görüp duyduğuna göre Muhtar Kıççık’ın diğer işçileri çocuğa kin besliyor, ondan nefret ediyorlardı. İşte böyle günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gitti. Gençler büyüdü, olgunlaşıp geliştiler; yaşlılar daha da yaşlandı, vücutları zayıfladı, kemikleri güçsüzleşti. İhtiyar Beceke, akşam işten gelip sıcak çayı ve süt lapasını yiyip içiyor, karnı doyurduktan sonra neşelenip filozofça konuşuyordu:
– Evet arkadaşlar, ben yaşlı biri gördüğümde insanoğlunun da eskidiğini düşünüyorum. Dikkat kesilip düşünün hadi. Bir çocuğun doğumu, yazın güneş iyice sıcaklığını gösterdiğinde yere düşen filizden yeşilliklerin çıkması gibidir. Fakat otun ömrü topu topu bir yazdır. İnsanın ömrü, eskilerin deyimiyle yüz yıldır. Doğrusu, eski zamanlarda da şimdilerde de yüz yaşına ancak çok güçlü ve sağlıklı olanlar ulaşabilir. Çoğu insanın ömrü kısadır, derler.
– İhtiyar, insan ömrünü neden otun ömrüyle kıyaslıyorsun? Diye onu dinleyenler sordu.
– Dinleyin o zaman, anlatayım. Eskiden, gençken ben de sizin gibi düşünürdüm. Sonra gittikçe, daha doğrusu yaşlanınca hayatı yaşayıp telef olduğumu anladığımda bitkinin, insanın, hayvanın, hepimizin hayatının aynı döngüde olduğunu anladım. Az evvel dediğim gibi, otun ömrü bir yazdır. Baharda yere düşen filiz baş verir, büyür. İyice büyüyüp çiçeklenir. Çiçeğinden filiz çıkar. Güze kadar filizi düşer, ot ihtiyarlar, solar, sonra kuruyup zayıflar. Burayı dikkatli dinleyin, insanın da hayvanın da hayatı bundan ne kadar farklıdır? İhtiyar Beceke’nin bu filozofça konuşmasını dinleyen gençler gülüştü.
– İhtiyar, insanın da hayvanın da hayatı ve ömrü otun ömrüne hiç de yakın değil! Otun ömrü topu topu bir yazdır. Fakat insanın, hayvanın ömrü daha uzundur.
– Gençler, sizin düşünceniz daha olgunlaşmadı. Bunun için böyle söylüyorsunuz. Uzun bir hayat yaşayın, dertler, sıkıntılar çekin de işte o zaman düşünceniz olgunlaştığında birçok şeyi daha iyi anlar, açıklarsınız, diyerek İhtiyar Beceke çocuklara direndi.
– İhtiyar, hani az önce söyledin ya, ot ve insan hayatı nasıl oluyor da birbiriyle ilgili oluyor? Diye sordular.
– Dedim ya, bahar zamanında düşen filizden otun baş vermesi gibi, insandan çocuk doğar. Çocuk özellikle, onu isteyen kişiden doğar. Bundan dolayı insanoğlunun baharı da çocuğun doğumuyla başlar. Bu başlangıç oldukça uzundur, çocuğun 18-20 yaşını doldurmasına kadar devam eder. Ondan sonra küçük ot büyüyüp gelişimini tamamlaması, çiçeklenmesi gibi, insanoğlu 18-20 yaşından sonra olgunlaşır, evlenir, çocuk sahibi olur. Bu insanoğlunun yaz zamanıdır. Bu 18-20 yaşından 50-60 yaşına kadar sürer. O zamana kadar doğmuş çocukları büyür, yetişir, gelişir, evlenir, çocuk sahibi olur, müstakil aile olurlar.
– Eee, ihtiyar, ya sonra? Dedi dinleyenler onu küçümseyerek.
– Otun güz mevsiminde solduğu gibi, insanoğlu da 50-60 yaşından sonra ihtiyarlar, vücudu zayıflar, yaşlanırlar. İşte, bu da insanoğlunun güz mevsimidir. Bu, insanın 50-60 yaşından 70-80 yaşına kadarki dönemi kapsar. Evet, sonra otun kışın öldüğü gibi insanoğlu da kendi kışında ölür. Hayat dediğin böyledir işte, dedi İhtiyar Beceke.
Moloohoy Uyban, ihtiyar adamın konuşmasını bir kelimesini bile kaçırmadan dinledi. Hayat hakkında fazla şey bilmiyor, Beceke’nin öğütlerinden çok fazla bir şey anlamıyordu. Fakat ihtiyarın söylediği otun bir yazlık ömrü olduğunu çok iyi anlamıştı. Konuya biraz ilgi duyup ihtiyarın örneklendirdiği konuşmasını dikkatlice dinledi. Yaşlı adamın anlattıklarını ağzı açık dinleyenlerden bazıları Moloohoy’a güldü:
– Moloohoy şu anda, İhtiyar Beceke’yi taklit edip filozof olmak istiyor gibi görünüyor, diye gülüştüler. Bazıları gülüşürken Moloohoy, İhtiyar Beceke’nin ne kadar bilge biri olduğunu öğrenmişti. Böylece ihtiyarla onun arasındaki arkadaşlık güçlendi.
Gün ve yıl birbiriyle yer değiştirdi, zaman akıp gitti. Kıççık Miiterey’in kızı Kere Ketiriine ise yapayalnızdı. Kız yıldan yıla büyüyüp gelişti. Ailesi ona baktıkça seviniyor, Tanrı Aybıt Ayıı Toyon’a şükrediyordu. İşte, böyle hayat akıp geçiyordu.
II
Kıççık Miiterey, 1891 yılındaki Bötürüöp Bayramı’ndan sonra hayvanlarını kışın beslemek için işçilerini ot biçmeye gönderdikten sonra bir sabah bahçesine dört atlı girdi. Onları pencereden görünce böyle kalabalık gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışıp dikkatlice baktı. Şaşkınlığının sebeplerinden biri de içeri giren atlılardan birinin düzgün giyimli, Rus simalı bir kadın olmasıydı. İki Rus Kazak’ı ve bir de memur elbisesi giymiş adam vardı. “Neden bu kadın ve adamlar geldi?” diye içinden mırıldandı. Muhtar Kıççık kimlerin geldiğini öğrenmek için dışarı çıktı. Gelen iki Kazak’tan birinin onun iyi tanıdığı, Bülüü’de yaşayan Kus Tarbah olduğunu gördü. Kus Tarbah, Bülüü şehrinde doğup büyüdüğü için Sahacayı iyi biliyordu. Onu görünce Muhtar Kıççık sevindi. Kus Tarbah’ın yanına gidip tokalaşarak selamlaştı ve ona:
– Bu getirdiğin kadın ve adamlar kim? Diye sordu.
– Kadın çok uzaktan, yabancı ülkeden geliyor. Kraliyet ailesinden, kraliçe tarafından gönderilmiş, cüzzam hastalarını tespit edip yardım etmeye gönderilmiş.
– Peki, onun yanında duran adam? Diye Kıççık Bey çok meraklı bir şekilde sordu.
– O mu? O da yabancı dili bilen biri. Konuşulanları hanımefendiye çevirmek üzere vali tarafından görevlendirilmiş.
– Şu Kazak? Muhtar Kıççık başıyla işaret ederek sordu.
– O İrkutsk’tan, Doğu Sibirya’daki general vali tarafından görevlendirilmiş, hanımefendiye refakat ediyor.
– Kadın hangi milletten?
– Adada yaşayan İngiliz milletinden.
– Bu kadar uzak yerden bizim cüzzam hastalığını görmeye mi gelmiş? Diye Muhtar Kıççık şaşırarak sordu. “Bu hanım o hastalığı iyileştiriyor mu, nasıl yapıyor bunu?”
– Onun için sağlık memuru da diyorlar doktor da… Belki hastaları iyileştirmeye gelmiştir, dedi Kus Tarbah.
– Burada, bizde, Tanrı’ya şükür, o hastalık yok. Mastaah taraflarına gittiniz mi?
– Oradaki hastaları görmeye gidiyorlar. Bizim polis müdür vekili Berezkin beni onlara rehber olarak atadı.
– Hanımefendiyi ve beyefendileri eve