Kazıgurt Öyküleri. Nurgali Oraz. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Nurgali Oraz
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6852-05-1
Скачать книгу
şey ortada, yapmadığını bırakmadı!” diye yakınırdı.

      Elbette, okuldaki dersini birçok kez kaçırmış bir çocuğun şefkatle karşılanacağı açıktır. Boranbay Altayev, altıncı sınıfta bir yıl, yedinci sınıfta iki yıl peş peşe sınıfta kalmış ve sonra tekrar tekrar okuyup sekizinci sınıfa geçmiştir. Son senelerinde ise, muhtemelen öğretmenler ondan kurtulmak için çok acele etmişler ki, artık onu engellemeye çalışmamışlar. Oysa çoğulculuk görüşü dediğimiz şey okulda da mevcutmuş, Tanrıya çok şükür! Bu nedenle, “Genel olarak, Altayev kötü bir çocuk değildir. Örneğin, edebiyat dersine biraz eğilimi var …” diyenler olmuştur. Fakat Boranbay’ın kendisi daha fazla kafa yorup okumaya gerek duymamış ve tekerine takviye bir teker eklemeyi edepsizlik olarak hissetmişti. Neymiş! Sekiz yıllık eğitim değerini bilen için de bir dersmiş, bu birikim küçsenemezmiş. Buna bir de sınıf atlayamadan kalmayı ve tekrar tekrar okumayı ekleyin! Genel olarak, bu da yeterli. Sekiz yıllık eğitimle gelecekte bol maceralı, birçok zamanı yaşamaya imkânın olur.

      Boranbay sekizinci sınıfı bitirdiği yılın yazında, bir çingene grubu köyümüzün kenarına gelip yerleşti. Üzerine çadır örtmüş at arabalarını Küçük Keles ırmağının kıyısına yan yana dizerek, gece boyunca ateş yakıp, şarkılar söylediler, dans ettiler. Irmağın karşı tarafındaki Kazak köyü uykusuz kaldı ve sabaha kadar ara sıra yastıktan başlarını kaldırıp, farklı farklı düşüncelere daldılar. Çok etekli, kızıllı, yeşilli elbiseler giymiş çingene kızları ne güzel, ne nazlı ve ne özgürce görünüyorlardı…

      Serseri Boranbay Çingene grubunu gördükten sonra, sürüsünü bulmuş bir kuş gibi suyun karşı tarafında rahat duramadı. Ayak topuğu yüksekliğinde akmaya devam eden, çok berrak ve durgun Küçük Keles ırmağını bir köpek misali geçerek, çingenelerin yanlarına çabucak geliverdi. Çok zaman geçmeden onlarla nasıl yaptıysa, anlaştı. Er ya da geç, yani gözünü açıp kapayana kadar ki zaman dilimi içerisinde onların dilinden anlar hale gelip, hemen kaynaştı. Bundan bir gün sonra köyümüzde bir koyun, iki-üç hindi, beş-altı tavuk ve Boranbay birdenbire ortalıktan kayboldu. Dün akşam ki Küçük Keles ırmağının kenarına yerleşen çingene grubunun bulunduğu yerde, şimdi arabaların karışık teker izleri ile hala sönmemiş odun kalıntıları tütmekteydi…

      Boranbay’ın bu sefer ki gidişi uzun sürmüştü.

* * *

      Sonraki yıl, bizim derin uykuda yatan asude köyümüzü gece vaktinde soymaya devam eden rastgele bir hırsız grubunun varlığı tespit edildi. Onlar başlangıçta Kazıgurt’taki yılkı çobanları ile Kumsay’ın koyun çobanlarına büyük zarar verdi. Daha sonra bizim köyümüze kadar ulaştı. Hırsızların “Besmelesi” Baykazak’ın ertesi gün Şorapazar’a götürüp satacağı kırmızı düvesi olmuştu. Pazar koyduğun an en az beş yüz bin tengeye tereddütsüz satılacak kadar değerli bir hayvandı. Nasip değilmiş. Baykazak yaşananların karşısında çok üzüldü ve bir süre dövündü. Birkaç hafta çoluk çocuğuna bağırıp, eşiyle kavga edip evinin huzurunu kaçırdı. Kırmızı düvenin çalındığına dair hiç şüphesi yoktu. Kesin çalınmıştı. Çünkü birisi düvenin boynuna bağlı olan kalın ipi dikkatlice toplamış ve giriş tavana asmıştı. Bunları yaparken hırsız acele etmeden, hatta dayısına yeğen muamelesi yapıyormuş gibi alıp götürmüştü.

      Ondan sonra köyün her yerinden “gece ahırımıza hırsız girmiş” söylentileri sık sık duyulmaya başladı. Ayrıca kimisinin dışarıda kurulanması için astığı çamaşırlardan don gömleğini bile çalıp gtmiş. An itibarıyla köy ahalisi ne zamana kadar tasasız belasız yatsın ki, geceleri ahır kapılarına kilit vuruyor, köpekleri kapıya koyuyordu. Fakat hırsızlık eylemleri kesilmedi. Olayın en ilginç yanı, demin bahsettiğimiz köylüleri mağdur bırakan hırsızlar, o kadar da ustalaşmışlar ki, köyde onları hırsızlık yaparken “aniden gördüm, tanıdım, şahidim” en azından “hırsızlık edeceklerini hissetim” diyecek olan birine bile yakın zamanda rastlanmadı. Üstelik onların hırsızlık yapacağı gecede köy köpeklerinin havlaması bir yana, “gık” çıkartmadıklarına ne dersiniz!?

      Günlerin birinde komik bir an yaşandı. Boranbay’ın evinin yakınında oturan komşu Balımşa yenge, akşamın alacakaranlığında hayvanlarıyla ilgilenirken, ahırın bir köşesinden meçhul bir tıkırtı duyar. Ne olduğunu anlamak için eğilip bakar, tanımadığı birinin çoktan besiye çektiği kara koyunu, arka bacağından tutarak alelacele sürüklediğini görür.

      – Kimsin, kim o? -diye şaşa kalır Balımşa yenge.

      – İyi misiniz, yenge! -der, tanıdık bir ses yavaştan.

      – Allah’a şükür…

      – Evdeki kardeşlerim nasıllar, iyiler mi!?

      – Sağ ol, kayınım… Onlar iyiler…

      – Abdihakim dayım evde mi?

      – Dayın hamama gitti…

      – O halde, gelir birazdan. Yenge, kenara çekilirsen, geçivereyim.

      O sırada avanak yenge Balımşa, semiz koyunu alelacele sürüklemekte olan delikanlının yüzünü, akşamın alacakaranlığında fark edememiş ve şaşkınlığından kapı önünden çekilerek yol vermiş. Delikanlı çok uzaklaştıktan sonra içine şüphe düşer:

      – Hey, sen kimsin?! – diye yüksek sesle haykırır.

      Ancak ona dönüp yanıt veren kimse bulunmaz. Balımşa bir süre sonra, hamamdan eve dönen ve su gibi terlemiş kocasına çay verirken, demin yaşanan hadiseyi sonuna kadar anlatmaz mı, tam bu sırada Abdihakim dayımızın gözleri döner ve suratı anında asılır…

      Al sana bir hırsızlık hadisesi! İşte hırsızlık dediğin böyle şey!

      Daha sonra, Balımşa yenge epey düşündüğü halde bile şüpheli sesin kime ait olduğunu hatırlayamadı. “Allah Allah ne tanıdık, ne kadar yakın bir ses” der. Fakat çok düşünür, aklını zorlayıp, ne kadar hatırlamaya çalışsa da beceremez.

* * *

      Bu hadiseden sonra mı, yoksa evvel miydi, bizim Boran-bay şehirde Muhnisa adında güzel bir Çingene kızına gönül vermiş. Kendisinin dediği gibi bu hadise boş bir hadise değil de, mahir bir şairin kulağına çalınsaydı, nesilden nesle aktarılan bir miras haline gelen harika bir lirik destan olurmuş!

      Demiryolu pisti boyunca yürürseniz, büyük istasyonun yakınındaki ek yollarda çok sayıda kapı ve penceresi açık, birçok dökük eski vagon gözünüze çarpar. Onlar, ilk bakışta size soğuk ve çirkin görülebilirler. Kullanılmaz haldeki bu eski araç kaldıklarını neden bu yollarda tutarlar ki? Bari insan gözünden ırak bir yerlere götürsünler bu hurdaları. Hatta onların eski metallerinin fabrikalara, geri dönüşüm merkezlerine neden götürülmediğini düşünebilirsiniz.

      Pek de, acele etmeyin. Eninde sonunda, oraya götürüleceği, hatta durdukları yerde eskiyip, pas tutacağı, çürüyüp gideceği kesindir. Bu küçük meseleyi akranlarımız çözmezse, gelecek neslin yapacağı aşikârdır.

      İşte, bu eski vagonlardan birinde köyümüzün serserisi Bornabay ile çingene kızı Muhnisa buluşmuşlar. Döküntü pencerelerden, yaz gecesinin soğuk ve serin esen rüzgârına çıplak bedenlerini yaslayıp, demiryolunun o tanıdık mazot kokan kokusunu birlikte solumuşlardı. Onlar, kimisi için kısa, kimisi için uzun denilebilecek hayat hakkında; kimisi için saadet, kimisi için mutsuzluk getiren aşk hakkında; bu hayattaki yaşam üzerine uzun uzun konuşmuşlardı.

      Sabah saat dokuzdan çok gecikmemeye çalışmak, koşuşturarak işe yetişmek, gün boyu ofiste oturup kendinin ve diğer çalışanların sinirlerini bozmak, akşam