“Çocuk nerede hatun?”
“Baksanıza hey!”
Birisi bahçe kapısından bahçeye, diğeri saray evin parmaklık penceresine koştu.
“Yok mu?”
“Yokmuş mu?”
İkisi birden dışarı ev, ahırlar ve bahçenin içine, çiçeklerin altına baktı.
“Nuri nerede?”
Nuri bahçe duvarından atlayıp, mahallenin bitişik bahçelerinin birisinin deliğinden, birisinin yarığından geçerek şehre giden yola çıkmıştı.
Ziyavdun karaağaç gölgesinde sineklerden kafasını kaçırarak, kuyruğuyla atsineğini kovalamakta olan boz atına binerken eşine:
“Oğlun yaramazlık yapıp şehre kaçtı değil mi?” diyerek atını dehleyince, boz at ağır ayak basıp kuyruğunu kaldırıp dişedi ve yavaş yavaş yürümeye başladı. Atına çok değer veren bu çiftçi, çocuk kaygısıyla atına gayriihtiyarî halde bir kamçı vurunca, at sıçrayıp koştu.
Nuri mahallesinden bayağı uzaklaşıp dönemeçteki ırmak kenarına çıkarak mahallesine dönüp baktı. Merhametli ebeveyni şimdi telaşta, belki kardeşleri de endişe duyuyordu. O kimden, neden kendini kaçırmıştı? Neye, niçin gidecekti? Bunları düşünmemişti bile. Kalbinde sadece aşktan uzak durma isteği vardı. Şimdi ise ebeveyni ve akrabalarının sevgisinden de kaçıyordu. Sanki büyük bir ayrılık için kendini kasıtlı olarak terbiye ediyordu. Yakın bir gelecekte karşılaşacağı büyük bir azap imtihanı için kendini zorluklara alıştırıyordu. Çiftçilere yabancı, şehirdeki zengin çocuklara ters düşen sıkıntılara katlanmak yoluna gidiyordu. Bu yüzden kendini devir kahramanı, geleceğin çok büyük adamı olmaya haklı görerek… Kendiyle gurur duyuyordu. Kendini ve sevenlerini incitmek pahasına duyulan bu şerefin değeri ne kadardı? Bu değeri ölçmenin yolu ne idi? Şimdiden on beş yaşına giren, Sovyet kitaplarının, yeni fikir yayan hocalarının etkisinden, kendisi hayran olmuş Avrupa önderlerinin izinden gitmeye gönüllü olan bu Uygur çocuğu şimdilik bu sorulara net cevap veremiyordu. Kalbine sadece hocasının “İyi bir insan olmak için ömür boyunca azap çekmeye, her türlü zorluklara katlanmaya hazır olmak gerek” sözü hâkim olmuştu. O, bunları düşününce ebeveyninin endişelerini unuttu ve “Öğle vaktine daha var, yaz günü uzun, yayan yürüyerek de şehre gidebilirim, defalarca yayan yürüdüm, olsa olsa kırık kilometre yol. Nehri takip ederek, Yaman Yar’ın tozlu topraklı yolunda yürüyerek de hava kararmadan şehre gidebilirim” diye düşündü ve yoldan çıkıp dümdüz buğday tarlasına girdi. Buğdaylar arasındaki derin barajlı dereler, çalılar arasındaki arı yuvaları, zaman zaman ürkerek kaçan yabani tavşanlar, yabani kaz ve turnalarla oynaşarak koşmak onun için eğlenceli oldu. İki kenarı yemyeşil çimenlik olan dereden yüz üstü yatarak su içti, avuçlarına dayanarak yerinden kalktı ve mahallesinden şehre giden yola baktı. Babası boz atını koşturarak şehre doğru gidiyordu. Babasının solmuş yüzü, annesinin yaşlı gözleri, Sabiha’nın kalbe mühür gibi iz bırakan yakut gibi dudakları onun duygusal kalbini sarsarak hayalinden geçti. “Hayır, ben deri fabrikasının kireç, asit kokusunu, tarlanın misk kokusuna tercih ederim. Aşkın güzelliğini ruhi azaba değişeceğim. Bunları bile bile yaparım. Sovurof, Kotuzof, Lenin, Stalin, Maksim Gorki, Mayakoviski, Pavl Korçagin gibi sağlam iradeli bir adam olacağım…”
Derken göz kapağını arı soktu, acımakta olan yere çamur sürünce daha da acıdı. Dişini sıkıp “Yine soksun, yüz arı soksun, çıtımı çıkarırsam yiğit değilim.” dedi ve batıya kendini her türlü imtihanlar beklemekte olan şehre derenin içinden koşarak gitti.
Ziyavdun ikindi namazı vaktinde bitkin, boz atı da yorgun halde mahalleye döndü. Mahalleye girince ırmak kenarındaki çimenlikte toplanan insanlar:
“Geldi, Ziyek geldi!” diye bağırdılar. İrkilip atından sıçrayarak indi. Sürekli baş ağrısı olan Reyhan’dan endişe duyarak:
“Ne oldu hey köydeşler!” diye bağırdı.
“Ne olacak ki, bu Kaşgarlı, Tarancıların annesini kandırdı!” dedi, Muhtar Bay herkesin ortasında, çimenlikte çömelerek oturan, sırtı çıplak adamı göstererek:
“Hadi Ziyek, bu kilimcinin başını çimenliğe bir batırsana!”
Buralarda oğlak katmak, sanat toplantılarına katılmak, güreşmek muhteşem eğlencelerdir. Mahallenin ünlü at yarışmacıları, ekin biçerleri (bir günde bir hodan fazla buğday biçen), güreşçileri, şarkıcıları, dansçıları, güldürücüleri vardır. Onların patronu, dalkavukluk yaptıkları, koruyucusu da Muhtar Bay’dır. Kendisi at yarışmasında hiç kazanamamasına rağmen onun değer verdiği yarışmacı atları, yurtlar arasında böğürerek ün almış bir öküzü, hatta çakalları boğabiliyor diye övündüğü kalmuk köpekleri vardır. Evindeki hayvanları ve mahallesindeki şakacılarıyla her yerde övünür. Hatta bir defasında Tahiryüzü’nün muhtarı ile kimin mahallesinde kargaların çok olduğu hakkında tartışıp dövüşmüştü. Her sene 5 Mayıs’tan önce Kumarşang’da güreşçileri hazırlıyor, yere düşmeyenlere kuzu, kilim, ceket, ayakkabı armağan ediyordu. Mahallenin gururu onun hayatıydı, rezil olursa sıkıntı çekerek zayıflardı.
“İn Ziyek, bu Kalmuk’un ayağı herkesi yere düşürdü, karşısındakini göğsüne kadar kaldırıp başını döndürüp yere fena atıyor. Kendin bertaraf etmezsen bunu, rezil rüsva oluruz yahu!”
Muhtar Bay simsiyah sakalları arasındaki bembeyaz dişlerini gösterip, şikâyet dolu ve yılışık bir ifadeyle Ziyavdun’un atını kendi eliyle aldı. Sonra onun beline mavi bez kuşağını bağladı ve yerinden kalkan harman taşı gibi tıknaz güreşçiye:
“Sen de yeteneğini göster, Ziyek de öyle yapsın. Tökezletmeyeceksin, çelme takmayacaksın diye yakınma, yeter ki gözüne toprak saçmasın, ayağını kaydırmasın, kalk Kaşgarlı!” dedi ve herkese bakarak:
“Ziyek yense bir kuzulu koyun vereceğim, bu Kaşgarlı yense kendisini tarancı yapacağım ve bir ho yer vereceğim!” diye bağırdı.
Birisi yüz kiloluk bir çuval gibi tıknaz, boynu adeta yok gibi, dazlak, elleri kısa, yirmi altı, yirmi yedi yaşlarındaki kara bıyıklı bir genç; diğeri ise, uzun boylu, sıska, açık sarı yüzlü, otuz sekiz yaşlarında bir adamdı ve meydanı dönerek, ayaklarını gererek güreşmeye hazırlandı. Kısa boylu, habire uzun boylunun kuşağına el uzatıyordu. Uzun boylu ise onu omzundan iterek kendine yaklaştırmıyordu. Mahalle halkı ikiye bölünmüştü. İmam Ahun ile Mira Kadı başta olmak üzere Kaşgarlılar10 bir taraf, Muhtar Bay başta olmak üzere Tarancılar diğer bir taraf olmuştu.
“Havla kaplan, kaldırıp yere vur!” diye bağırıyordu İmam Ahun, hemşerisini destekleyerek.
“Ters çelme tak da başını yere batır Ziyek!”
“El burkmaya bak!”
“Butla kaldır!”
Onlar, iki öküz boynuzlaşmış gibi birbiriyle itişip kakışıp, üstünlük kazanmak için boğuşup çimenliği tahrip ettiler. Sonunda kısa boylu yiğit, Ziyek’in kuşağından tutmayı başardı. Onu sıkıştırıp kendine yaklaştırarak “Ya!” diye kaldırdığı anda Ziyek’in sağ ayağı onun ayağına çelme olarak takıldı. Yiğit onu var gücüyle kaldırdı. Ziyek sağ elini onun omzundan geçirip bacağından tuttu de kendi gücüyle kendini yere vurmak hilesini kullanıp onun ayaklarını göğe, başını