“Kim o?”
“Ben Nuri!”
“Bırak bari!”
Köpek, sahibinin sesini duyunca inledi. Nuri onun kulağını bıraktı. Köpek koşup tandır başına, sonra dama çıkıp ot üzerinde kıvrılarak yattı.
“Hey pehlivanım, kaplanı yendin mi?” diye kahkaha attı evden çıkan iri yarı adam.
“Kama ağa, köpeklerin beni tanımadı ya!”
“Hırsız zannetmiş galiba. Yürü! Bu ne soğuk böyle! Nereden geliyorsun?”
“Şehirden!”
“Babanı gördün mü?”
“Gördüm.”
“Nasılmış o pehlivan?”
“İyi!”
“Öyle olsun!”
Onlar bir Uygurca, bir Kazakça konuşarak eve girdi. Nuri eve girerken ağlamak geldi içinden, annesi karşısına koşarak çıkacakmış gibi baktı. Kama onu konuk odasına almıştı, o:
“Dera ile Bera nerede?” diye sordu.
Kama mutfağı gösterip, “Uyuyorlar.” dedi.
Nuri kardeşlerini görmek için dışarı odaya yürürken, Kama konak odasından su yağıyla yanan lambayı alarak çıkıp eline tutuşturdu:
“Zavallı çocuklar, koyunlara ot, öküzlere yem verdi, atlara yonca doğradı, demin uyudular, küçücük yavrular değil mi bunlar?”
Nuri mutfağa girdi. Isıtılan taraçada üç kardeşi uyuyordu. Dera küçük kardeşini birisi kapıp kaçacakmış gibi sımsıkı kucaklamıştı. Üzerlerinde tanıdık güllü yorgan vardı. Bera, kırılgan, çalışkan kardeşi onlara sırtını dayayıp yorganı örtüp iki bükülerek yatıyordu. Kazan başındaki kare pencereye çocuklar bu sene kâğıt yapıştırmamış, kolluk ile semeri pencereye dayamıştı. Bir yanı açık pencereden zehir gibi acı soğuk giriyordu. Bacalı ocağa kül dolmuş, yağlı ve kirli baca başına hangi kardeşi yazmışsa, odun kömürüyle “Nuri Muhammed” yazılmıştı. Annesinin taraça kenarını, ocak üstünü balçıkla süslediği mutfak şimdi tanınmayacak bir hale gelmişti. Yerde kan, koyun gübreleri vardı. Kilim serilmemiş yerler delinmiş, kazan başını toz toprak kaplamış, kâseler kirli ve simsiyahtı… Kardeşlerinin alnından öptü, başlarını okşadı. Küçük kardeşinin başında iki tane uyuz yarası çıkmış, yüz ve boyunları, elleri kirden simsiyah olmuş, ayakları tıpkı ağıldaki koyun ayakları gibiydi. Nuri yine kendini tutamadı fakat zorla bastırdı gözyaşlarını. “Ağlamak ne işe yarar? Babamın sözü doğru, yiğitler ağlamasın!” Kesilen odunları alıp ocağa dizdi, külleri toplayıp temizledi, çıra koyup lambayla ateş yakarken, kuru odun çatır çatır yanmaya başladı. O, sevinip güldü. Kavanozdan su alıp porselen çaydanlığa döküp ateş üzerine koydu. Pencereleri sağlamlaştırdı, evi temizledi, baca yanına sofra hazırlayıp, pazardan getirdiği börek, maltoz şekeri, çekirdek, karamela, pişirilmiş etleri dizdi. Kâseleri yıkayıp çay demledi annesinden miras kalmış temizlikle evi derli toplu hale getirdi. Kardeşlerine aldığı, giyilmiş olsa da bayağı görkemli giysileri ayrı ayrı dizdi. Hazırlıkları tamamladıktan sonra önce Bera’nın annesine benzeyen burnunu hafif çimdikledi:
“Bera, dur kuzum!”
Rüyasında abisini görmekte olan, on dört yaşındaki çocuk gözlerini birden açıp sevincinden ağabeyinin boynuna sarıldı ve:
“Dera, Hemra!” diye kardeşlerinin hepsini silkeleyerek bir anda uyandırdı.
Ziyavdun ile Reyhangül’ün ateşli sevgisi yıldızları doğurdu, aşk bağının bahar ve yazları geçip kışın çetin soğuk sesleri yankılanan bu sevimli evde sevgi baharı çiçek açtı. Doğmak, yaşamak, ölmek ve yine doğmakla devreden insan kaderi bu mutfakta yeniden alevlendi.
Çocuklar o kadar sevindi ki sanki hayatın kederini görmemiş, insanlar arasındaki ebedi ayrılığı bilmemiş gibiydiler. Şimdi onların her şeyi tamamlanmıştı, hiçbir şey istemiyorlardı. Onlar için mutluluk işte bu dakikalardı… Hey çocuk lar! Kalbiniz baharda öten kuşlara benziyor. Bağlarda yeşil yapraklar peyda olduğu anda bundan böyle hazan mevsimi ve kışın gelmeyecek diye hayatı övüyorsunuz. Siz kelebeğe de benziyorsunuz. Çiçekler açtığı anda her yer bal diye kanadınıza mutluluk gücü verip durmadan uçuyorsunuz. Çocukların güldüğü yer en güzel yerdir. Çocukların mutluluğu hayatın mutluluğudur, çocukların bahtı insanın arzusudur.
Onlar yiyip içip birbirini kucaklayıp su ısıtıp yıkanıp sabaha kadar mutlu oldular. Tan ağardığında da uyuyakaldılar. Muhtar Bay’ın çobanı Kama, mışıl mışıl uyumakta olan çocukları görünce, dört boz koyuna ot, öküzlere saman vermek, atları sulamak gibi işleri eşiyle birlikte yaptı.
Dört oğul güzelce giyinip avluya çıktığında, onların patronu, babasının kuzeni Muhtar Bay kürkünü üzerine örtüp, taraçada gerilerek oturuyordu. Çocuklar ona selam verdi.
“Aleykümselâm Nuri. Kocaman yiğit olmuşsun, okul bitti mi? Tatile çıktın mı?”
“Kış tatili sona ermişti, bir ay Piliçi Ocağı’nda çalıştım. Biraz para kazandım, kardeşlerimi görmeye geldim!”
“Aç kaldık demedi değil mi bunlar?” dedi Muhtar Bay, merhametle:
“Bizim evde kalınız diyorum hiç dinlemiyorlar. Küçük kardeşin bile ağabeylerini bırakmadı. Kardeşlerinden emin ol, Nuri. Altı çocuğum on oldu işte, rahmetli annen çok değerli kadındı. Duymuşsundur, annen için büyük annen yüz koyun, on öküz, üç at miras bırakmış.”
“Babama kalan miras, başına bela oldu. Anneme kalan miras da öyle olur belki. Miras almadan da yaşayabiliriz, Muhtar Dayı. Babamı rüşvet vererek de olsa kurtarmamız gerekir.”
“Nazarhan Hoca, Dokuztara’nın kaymakamlığından sonra vali olarak atanmış. Hocam doğru dürüst bir adam dır. Abduömer Bey’in cezasını verecektir. Hâkim dedelerini-de cezalandıracaktır. Hocama eskisi gibi bir dava mektubu yazsana, Nuri.”
Nazarhan Hoca’yı herkes halkçı adam diye övüyordu. Ancak Rusulof, Stalin’e özenerek bıraktığı kalın, kara bıyığını sıvazlayıp “Onun iyiliğini bilmem ama Hoca Niyaz Hacı’yı hep hain diye kötülediğine bakarak onu Şeng Duben’in adamı diye düşündüm” demişti. Her konuda Rusulof ve Rahim-can Sabır Hacı’nın Tatar üstadı Emin Evzi’nin görüşlerini ölçü alan bu genç, bay dayısına kendi fikrini açıkça söyledi:
“Bazı insanlar, Nazarhan Hocam dahi Şeng Duben’in sadık adamı diyorlarmış. Gerçekten adam okulumuza gelip nutuk çekti. Konuşmasında Şeng Duben’i övdü ve altı büyük siyaset için refah getiren siyaset dedi.”
“Öyle demese ne diyecekti? Ben de dört sene Ma Hosen’i övüp âli komutan, dahi adam dedim. Ne çare! ‘Yaşamak farz’ sözü işte burada geçerli, ahmak!”
Nuri sustu, babasının mağdur edildiğini Nazarhan Hoca’ya söylemeye karar verdi.
O, kışın bir gününü kardeşleriyle çok keyifli geçirdi. Onlar atlı kızakla Kışlaktam’a gidip kız kardeşlerini ziyaret ettiler. Büyük annesi önce torunlarını tek tek öpüp kucakladı, kızına ağıt yaktı. Büyük dayı, küçük dayıları koyun kesip çocuklara yedirdi. Köy