Soğuk Rüya
ÖNSÖZ
İmdat Avşar günümüz Türk hikâyeciliğinde emin adımlarla zirveye yürüyen başarılı ve özgün bir hikâye yazarımız. Bu mübalağalı bir tespit değildir. Avşar, hikâyelerinin kurgusu, dili, üslubu, bakış açısı, muhtevası, yaklaşımı ile son derece özgün bir yazar. Onun en belirgin özelliği de tamamen bu iklimin, bu toprağın, bu milletin hikâyecisi olması. Edebiyat piyasasını dolduran bir sürü genel edebiyat ve özel “öykü!” dergilerini Müslüman Türk milletinin ruh köküne yabancı söz yığınları istilâ etmiş vaziyette. Yabancı ruhların Türk bedeninde dolaştığı bu vasatta İmdat Avşar hikâyesi, bir iç aydınlığıdır.
İmdat Avşar, daha çok öğretmenlik hatıralarına dayalı olarak kurguladığı hikâyelerinde Türk köyünün, kasabasının ya da büyük şehirlerin kenarlarına savrulmuş gariban ahalinin bütün hâlini, içini dışını, hayatını, duygu ve düşüncelerini; bundan öte perişanlığını alabildiğine canlı hayat sahneleri hâlinde sunma başarısını gösteriyor. Avşar, gariban Türk insanının dramını, daha çok insanı yok sayan kuralcı, kuru, şekilci, iskelet eğitim sistemi ortamından hareketle sergiler.
Günümüz Türk hikâyesinde gerçekçi Anadolu yaşantısını onun kadar canlı bir şekilde çizen başka bir hikâyeci yok.
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında Anadolu hikâyesi denince ilk akla gelecek isimlerden biridir İmdat Avşar. Özellikle de Anadolu Türk’ünün “abdallar” denilen evlatlarının mahrumiyetleri içindeki asaletli kanaatkârlıklarının, hallerini sessizce ve tevekkülle karşılayan duruşlarının hikâyesini anlatan “Destancı Şaban’ıdır.
Avşar’ın hikâyelerinin anahtar kavramı, her şeyden önce “merhamet”tir. Onun bütün hikâye metinlerinin özü, ruhu, temel iletisi, amacı, ereği bizde merhamet duygusunun uyandırılmasıdır. Onun hikâyelerini hislenmeden, hatta ağlamadan okumak biraz zor.
İmdat Avşar, romantik hassasiyeti tamamen realist hayat tabloları içine yerleştirmesini biliyor. O, bütünüyle şahit olduğu, yaşadığı, gördüğü gerçek yaşantıları canlı ve dinamik resim tabloları hâlinde çiziyor. Hikâyelerinin mazlum, mağdur, mahrum, mecbur kişilerine sonsuz bir ana baba şefkatiyle yaklaşıyor. O, hikâye kişileriyle son derece samimi bir ruh hâliyle özdeşleşmesini biliyor, onlara sıcak, samimi, içten bir sevgi ile yaklaşıyor. Milletinin gariban, fukara, çaresiz, eli böğründe kalmış halkıyla bu kadar içten kucaklaşabilen, onların ıstırabını ruhunda bu kadar içten duyabilen başka bir hikâyeci ile tanışmadım. Sosyalist gerçekçi hikâyecilerin fakir fukara edebiyatı yapan metinlerinin soğukluğu, mekanikliği, yapmacıklığı, sahteliği karşısında İmdat Avşar’ın sahici merhamet edebiyatı içimizi birden sarıveriyor.
İmdat Avşar’ın hikâyelerinde öne çıkan temel unsur, insandır. Çevre tasvirleri, Türkçenin bütün kıvraklığı ile şakıması, olayların dinamik kurgusu; bütün bunlar, insanı vermek için birer araçtan ibaret. Aslında bakılırsa yazarın bütün hikâyelerinde tek bir tip vardır; o da İmdat Avşar’dır. Avşar, bütün hikâye kişilerinin bedenine girmiş, onların acısını kalbinde duyan bir ruhtur. Hikâye kişileriyle bu kadar özdeşleşebilen başka bir hikâyeci de görmedim. Yatılı okulların, köy çocuklarının yalnızlığını, ıssızlığını, soğukluğunu, şefkatsizliğini, dramını oralardaki çocuklardan daha fazla İmdat Avşar duyuyor. Avşar, sadece Anadolu Türk köylüsünün acısını duyurmuyor; aynı zamanda tam bir milli şuurla Azerî Türklerinin; özellikle Karabağ Türklerinin acılarına da tercüman oluyor.
Avşar hikâyesinin özgün yanlarından biri de, toplumsal gerçeklik ile tarihsel millî kültür birikimini son derece doğal bir yapıda, iç içe verebilme becerisidir. Ferdî ve toplumsal realite, onun hikâyelerinde millî Türk kültürü süzgecinden geçirilerek sunuluyor. Kuru ve soğuk bir çevre tasviri içinde ruhsuz ve sıradan bir olay anlatımı yok. O, toplumsal sorunları bile Türk millî kültür birikimine dayalı motiflerle organik bir yapı içinde sunmayı biliyor. Her şeyden önce Türkçemizin zengin folklorik derinliğini bütün çeşitliliği ve kıvraklığı ile kullanabiliyor. Mahallî ağız özellikleri, deyimler, atasözleri, kalıp ifadeler, yerel söz varlıkları, doğal konuşma üslubu son derece zengin, işlek ve verimli bir şekilde kullanılıyor. Onun hikâyeleri, Türk kültür tarihçileri için de bir hazine değerinde.
İmdat Avşar, en katı toplumsal sorunlarımızı sıcak bir masal havasında sunmayı biliyor. Okuyucuyu hikâyenin büyülü dünyasına çekmede son derece başarılı. Dış ve iç, tasvir ve tahlil, onun hikâyelerinde organik bir bütünlük içinde sunuluyor.
İmdat Avşar, dramatik ve trajik olanı zaman zaman hafif mizah adesesinden süzerek veriyor.
Hâsılı İmdat Avşar, günümüz Türk hikâyeciliğinde en sahih damarlardan biridir ve Türk edebiyatının zirveye yürüyen ismidir.
SOĞUK RÜYA 1
Karanlık…
Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…
İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor, duruyor bir an…
Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp gidiyor geceye.
Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor aşağı kattan.
Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı… Bu çağrıya boyun eğiyor bütün çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.
Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin bir uykuya dalacak.
Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular, yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…
Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına… Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla sabaha dek dönüp duracak havada.
Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.
Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.
Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk…
Belletici öğretmen odasındayım…
Yalnızlık…
Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor pencerelerden…
İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru, bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte, daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum. Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor elimi. Arkasından koşuyorum.
Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum. Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan: Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan, bükülen, uzayan