Ansızın, bundan beş ay evvel, bir seher vakti Herat’ı ilk gördüğümde dilimin tutulduğunu, büyülendiğimi hatırladım. Fakat bu topraklarda ne zaman doğduğumu ve ne zaman öldüğümü bir türlü hatırlayamadım…
Onunla beraber fotoğraf çektirdik, yemek yedik. Asker, o gün hep bizimle kaldı, arkadaşlarının yanına bile gitmedi, onlara bakmadı bile…
İkindi vakti, biz ona: “Dön, evine git,” diye ısrar ettik. O, önce kabul etmedi, sonra:
“Bir şartla giderim,” dedi. “Siz de gelirseniz… Hiç olmazsa bir gecelik misafirim olun.”
Biz asker olduğumuzu, kendi başımıza hareket edemeyeceğimizi, emre tâbi olduğumuzu anlattık ona…
Asker Mehmedaskeri’ye gitmesi için hayli ısrar ettik, daha yol yakınken evine dönmesi için hayli yalvardık.
“Tamam, gidiyorum; ama yarın sabah buradayım ve size yemek getireceğim,” dedi.
Vedalaşıp ayrıldık…
Biz sabaha kadar orada kalamadık. Gece yarısı bizi uykudan uyandırdılar. Bedahşan dağlarına doğru gittik…
Asker Memmedaskeri, kim bilir kaç yıldır, heybesinde Bakir ve bana getirdiği yemek, dilinde “Kardeşlerim!” çığlığı ile divane ruhlar gibi Herat çöllerinde dolaşıyordur.
Asker’in saçı sakalı da ağarmıştır mutlaka…
BAŞKIRTİSTAN
GÜN ORTASINDAKİ RÜYA
Gülsire Gizzetulina
Aktaran: Ahat Salihov
Doğal olun: Hep çiçek açarsınız.
Çıplak ayakları ile ahşap zemine basınca bir rahatlık hissetti. Birden çocukluğunu, kaygısız ve rahat geçen üniversite yıllarını ve annesinin evini hatırladı. Rüzgâr, hüzünlü bir özlem dalgası gibi yüzüne çarpıp geçti.
Sıcak bir duş aldı, sonra bir parça ekmeğe biraz bal sürüp yedi ve yatağa uzandı. Az sonra içi geçti, bebekler gibi mışıl mışıl uyudu. Sabahleyin geç kalktığı için biraz mahcup oldu, telaşlandı; ancak zemini yemyeşil çimenlerle örtülü avluda, imece hazırlıklarının devam ettiğini görünce sakinleşti. Makineler köylülerin işini çok kolaylaştırmıştı, köylüler artık eskisi gibi fazla yorulmuyorlardı. Dünürü az ileride, avlunun ortasında, tüm maharetini göstererek ot biçme zamanı için ayırdığı koyunu kesiyordu. İmeceye davet edilen komşu kadınlar, işkembeyi temizlemek için hazırlanıyorlardı. O kadınlardan, şehirdeki gibi beyaz pantolon giymiş biri, merdivenlerde dikilen Safuan’а baktı. Kadın, kendisinden daha büyük olan yengesinin omzuna dokunarak yerdeki işkembe leğenini alalım diye işaret etti. İşkembe leğenini almak için eğildiğinde, elbisesinin açık yerinden göğüsleri göründü. Safuan ile ilgilendiğini saklayamayan bu genç kadın, kapıdan çıkarken dönüp bir kez daha baktı.
Köylüler için Safuan’ın yaşamı mucizeden de öte bir şeydi.
Dün, biri diğerlerine anlatıyordu:
“Onun bir şoförü var, pazar günü gelip onu alacakmış. Çok rahat bir yaşantısı var. Arabayla getiriyorlar, arabayla götürüyorlar. Öyle güzel bir arabası var ki, o arabaya binmeye gerek yok, seyretmek yeter.”
Safuan’ın dünürünün hanımı, bunları, gülümseyerek ve memnuniyetle dinlemişti. Çünkü o, bu arabaya binmişti. Büyük oğlu Sibirya’dan arabasıyla getirmişti onu.
Yıllardan beri dünyanın yükünü tek başına omuzlayan, bir zamanlar ağabey, sonra baba, şimdi ise büyükbaba olan Safuan, bir günlüğüne de olsa kendisinin aziz bir misafir olarak ağırlanmasından çok memnundu. Dünürünün karısı, avludaki yazlık evden koşarak çıkıp kendisini büyük bir saygı ile kahvaltıya davet edince, yeniden annesini hatırladı.
Etrafa, taze kaymak ve az önce kesilen koyunun ciğerinden yapılan kavurmanın nefis kokusu yayıldı.
Safuan, dün aniden yolunu değiştirerek bu köye uğradığına bir kez daha sevindi. O, bu iyi aileyi çoktan beri tanıyordu. Safuan, eşi ve çocukları ile de gelmişti buraya, tek başına da… Bu aileyi de defalarca kendi evinde ağırlamıştı. Ev sahipleri, işlerin en yoğun zamanı, ot biçme zamanı olmasına rağmen onu en iyi şekilde ağırlamak istiyorlardı. Ev sahipleri, ona gösterdikleri hürmetin on katını Safuan’ın da kendilerine göstereceğinden emindiler. Ancak Safuan, bu saygı ve hürmetin, kendisinin önemli bir görevde olduğu için ya da bu aileye yaptığı ve yapacağı yardımlar karşılığında olmadığını da çok iyi biliyordu… Bu aile, Safuan’ı bir insan olarak seviyor; samimi, yakın kabul ediyordu ki, bu da Safuan için çok önemliydi.
Evet, dün yaban kazları gibi arka arkaya dizilip Başkırdistan yollarından süzüle süzüle hızla geçen pahalı arabalar arasındaki bir araba, Safuan’ın Toyota’sı, Höyöndök Köyü’ne ayrılan toprak yola sapmıştı. Safuan bu yola aniden sapmıştı, çünkü yola devam edecek takati kalmamıştı. Bu uzun yolculuktan iyice bıkmış, canı burnuna gelmişti. Sıkılmış, boğulmuştu… Safuan, son zamanlarda sık sık böyle oluyor, endişeleniyor, bunalıyordu. Bu, onun artık tüm insanlarla çok haşır neşir olmasından kaynaklanıyordu belki. Safuan, sadece insanlardan değil, hayattan da doymuş gibiydi…
Birçok insana göre her şey güzeldi, onların işleri iyi gidiyordu, hiçbir sıkıntıları yoktu belki; ancak o, hayattan hiç de memnun değildi. Bu düşünce, bulaşıcı bir hastalık gibi sarmıştı bedenini ve hayatın bütün güzelliği de kaybolmuştu. Belki de bu dünyada, onun ilgisini çekecek hiçbir şey yoktu. Her şeyi öğrenmişti o, her şeyi biliyordu. Herhangi bir olay başladığında, o olayın nasıl sona ereceğini; insanlar konuşmak için ağzını açtığında ise onların neler söyleyeceğini, hatta gizli niyetlerini de biliyordu. Safuan son zamanlarda, zihnindeki, “Bu hayatın anlamı nedir?” sorusuyla dolaşıyordu… “Neden?”, “Niçin?” gibi sorular boşu boşuna ortaya çıkmazdı, hayat insanın istediği gibi akıp giderken, zihninde böyle sorular olmazdı elbette…
Önceleri, “Yaşlanıyorum; ihtiyarlık kendini hissettiriyor artık” diye düşünmüştü. Bu düşüncesinden kurtulmak için önceleri bir sevginin arkasına gizlenmek; yeni bir sevgili bulmak istemişti. Yeni bir sevgili bulmak çare miydi? Daha önce aşk yaşamamış mıydı? Aşk başlangıçta büyülüydü tabii… Fakat bir zaman sonra, bala konmuş yaban arısı gibi oluyordu insan, kanatlarını güçlükle taşımaya başlıyor ve bundan kurtulmanın yolunu da bulamıyordu… Kadınlar ona kene gibi yapışırdı üstelik; ama o hiç ilgilenmezdi.
Hayatta onun ilgisini çekecek, hayatı anlamlı kılacak başka şeyler var mıydı? Eskiden yüksek makamlara ulaşmak isterdi. Yüksek mevkilerde çalıştı, hatta milletvekili de oldu…
Aslında, her şey yolundaydı. Onun hiçbir şikâyeti yoktu, şikâyet edecek bir şeyi de… “Hayata karşı ilgim azaldı, zevk almıyorum,” diye başkalarına nasıl anlatacaktı? Hayatının sonuna kadar var gücüyle çalışıp çabalayan ama buna rağmen zar zor geçinen birçok yaşlı: “Ne oldu kardeşim, buldun da bunaldın mı?” demezler miydi?
“Bu güzel yaz gününde bu düşüncelerle kafa yormamak gerek, bu düşünceler insanı yoruyor, bunaltıyor,” diye düşündü. Rüzgâr hafifçe esiyordu. Safuan, bu düşüncelerinden sıyrılmayı denedi. İmece hazırlıklarını izledi bir müddet. Kadınlar, telaşla at arabalarına yiyecekleri taşıyordu, sanki ot biçmek için değil, bir düğün için hazırlanıyorlardı. Dünürünün iki oğlu ve kızı da bahçedeydiler, onlar kırlara gitmeyi, temiz