Kaderin ebedî buzunu kırmaya, donunu eritmeye Ümmü Gülsüm’ün sıcak hisleri bile yetmez sanki. Tukay, büyük bir buz dağı gibi. Onun için senin beyaz yelkenli gemine çarpıp gitmek hiçbir şey ifade etmiyor belki. Öyle değil mi?
– Hayır, hayır, hiç öyle değil, deyip hararetlenerek gözyaşları ile kendi kendine ispatlamaya koyuldu Ümmü Gülsüm. Çünkü o, bu zamana kadar Kazan’daki Dvoryanlar kulübünde geçen edebiyat ve müzik gecesinin tatlı “düşü” ile yaşıyordu7. “Posta oyunu” onları nasıl yakınlaştırmıştı o akşam. Âşık “postacı Ümmü Gülsüm”, fırsattan istifade Tukay’a birbiri ardına mektuplar yazar ve gizemli şekilde şairin avucuna bırakır. Neden başka bir kızın mektubunu versin! Tukay da bu zamana kadar görülmemiş bir sıcaklıkla: “işte mektupları ile sevindiren güzel kız, sadece tek bir kız mı oldu, diye dalga geçiyor. Size postacı olmak çok yakışıyor. E, mektupları okumak da bayram sayılır”, diye fısıldıyor ve Ümmü Gülsüm’ün elini nazikçe tutup bir an bırakmıyor. Kızın yanakları al al olup yanıyor, bakışı yakıyor, gülümsemesi okşuyor. O mağrur, enfes boy pos, küçücük incili kalpak8, beyaz inci dişler, vişne gibi davetkâr dudaklar…
Şairin yüreğini her nasılsa belirsiz bir huzur hissi kaplıyordu.
– Tukay Bey, mektupları yüksek sesle okuyunuz, diyen gençlerin şamataları onu ancak gerçek hayata döndürdü.
– Müsaade ederseniz, ben mektubun sahibine bir şiirimi okuyayım.
Gençler, Tukay’ın ağzından çıkacak mucizevî sözleri bekleyerek, sustular.
Can feda eden fakirim, aşkın kelebeğiyim;
Gel, güzel, görkemin göster: Yanayım, gel, yanayım.
Ey Allah’ım, akıl ver, zindanda kalmayayım.
Bu kıza aşkımdan divaneyim, divaneyim.
İşte şimdi ise o gün kendine mektup getiren “şairi tedavi ettireyim” diye çırpınıyor. “Kırım’a gitmek için para topluyorum” diye kendine ait olan tüm süs eşyalarını, kıymetli incili kalpaklarını sattı. Ondan görüp, yine birçok kız sevdiği küpe ve bileziklerinden vazgeçti. Şair bu durumu bilse, onu odasından kovardı. Ümmü Gülsüm de nasıl aşk dolu bir ruhla yaşadığını göstermek istemiyor o şair. Bir hafta önce ise, ondan daha mutlu kimse yoktu herhalde. Beklemediği, hayal etmediği bir anda Tukay’ın Petersburg’a geldiğini kendi gözleri ile görünce, sevincinden ne yapacağını bilememişti. Hem de kimlerde kalacakmış? Ümmü Gülsüm’ün eniştesi, Petersburg’un mollası, tanınmış din âlimi Musa Bigiyev’lerde!
Tukay’ı Petersburg’a çağıran yazar Musa Bey olduğu için şair, tren istasyonundan doğru onlara geliyor. 1912 yılının başında Petersburg’un bir grup aydını Petersburg’da “Söz” ya da “Haber” isimli gazete çıkarmak için toplanıyorlar. Yeni gazeteye editör olarak Tukay’ı çağıran bir mektup yazıyorlar. Ancak gazete yayınlanamıyor. Tukay, bahar başında Petersburg’a gelince bu mesele gündemden kalkmış oluyor. Yalnız önceden haber verilmemesi sebebiyle biraz huzursuzluk çıkıyor. Tabii ki, evde kargaşa kopuyor. Musa Bey’in çalışma odasını misafir için boşaltıyorlar. Güneşli divanda yatak hazırlanıyor. Yolda mı hastalandı yoksa daha önce mi olmuş, Tukay durmadan öksürüyordu. Ağzına hiçbir şey almıyordu. Ümmü Gülsüm, sabah yandaki lavaboya girerken şairi görüp hayran kalıyor. Kızın gözlerini istemsizce gözyaşları kaplıyordu. Dışarıdan zayıf ve delikanlı gibi görünen şair, bu dakikalarda ona son derece yakın ve acınacak hâlde geliyordu. Konuşmak, teselli etmek istiyordu onu, ancak Esma ablası onu da Ümmü Gülsüm’e çöpçatan olacak Meryem’i de Tukay’ın yanına yöresine yaklaştırmıyordu. Esma Hanım’ın emri kesindi: “Edepsizleşmeyin”, şairi rahatsız etmeyin! Ablasından duyduğu, durdurmaya yeter mi Ümmü Gülsüm’ü? O şimdiden, şairin dikkatini çekecek iyi planlar kurup onu iyileştirmenin yollarını aramaya başlamıştı bile. Mesela, şair iyileşmeye başlayınca o, ona Puşkin’in gezdiği sokakları gösterecek. Çabucak meşhur şarkıcı Şalyapin’in konserine götürecek. O da sabahın ilk ışıklarıyla bilet almak için sıraya girecek… Derslerden sonra böyle güzel hayallere dalıp Bigiyev’lere gittiğinde, açık kapıdan boş divanı görünce Ümmü Gülsüm sessiz kalkaldı.
–Nerede o?
– Nerede mi? Bayazitov’un adamları geldi ve onu alıp gittiler, dedi ablası Esma. Eniştenin dönmesini de beklemek istemediler. Ablasının keyfinin kaçtığı görünüyordu. Eskiler boşuna: “İyilik yap, kötülük bul” dememişler…
– Abla, ne söylüyorsun? Ne kötülüğü yine? Tukay çok hasta. Onu doktora götürmüşlerdir herhalde değil mi?
– Enişten ne ile uğraşıyor sanıyorsun? Üç gündür Yahudi bir profesörün ardından koşuyor. İşte o, şimdi profesör ile gelse, ne yaparız? Misafirimizin yerinde yeller esiyor.
O, keyifsizce çıkmış. Eniştesinin misafiri ayağa kaldırmak için canını verecek kadar çabaladığını Ümmü Gülsüm görmedi mi? Petersburg Tatarları arasında Musa Bey gibi okumuş, itibarlı birini bulmak zordur. Şehirdeki Tatar öğrenciler için o vazgeçilmez bir danışman ve hocadır. Onun bulunduğu yere, âlimin vaazını dinlemek için şehrin en uzak köşelerinden toplanıyorlar. Tukay, belki onun ne derece bilim sahibi olduğunu düşünmemiştir. Yoksa Musa Bey ile konuşmadan bu işi yapmazdı. Ayaz ağabeyin Petersburg’da zamanı olsaydı, üç büyük şahsın görüşmesi tamamen başka türlü olurdu. Birkaç ay önce, Ayaz İshakî varken Petersburg kaynıyordu. Şehir gerçek bir Tatar hayatı yaşıyordu. Yazarın yeni yazılmış eserlerini birlikte okumak mı dersin, müzikal geceler düzenlemek mi… Hapishaneden kaçıp Petersburg’da saklanan Ayaz İshakî’yi çok geçmeden tekrar yakaladılar. O, hapishaneden Ümmü Gülsüm’e mektuplar yazıyordu. Petersburg haberlerini soruyor. Ah, bu Tatarların kaderi! Ah, bu acı kader rüzgârları! …
Ümmü Gülsüm, boş divana oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neden, neden onun mukaddes düşünce ve niyetleri yıkılıp duruyor? Neden böyle? O, hasta şair için canını feda etmeye bile hazırdı. Şimdi onun tek çaresi kalıyordu: Nur Gazetesinin ofisine gidip, Tukay’ın nerede kaldığını öğrenmek. Onun aceleyle çıkıp gitmek için toparlandığını görünce, ahretliği Meryem, ona şairin unuttuğu sigara kutusunu ve saç tarağını uzattı. İnce ruhlu Meryem! Tukay’ın yanına gitmek için bunlar harika bir bahaneydi tabii ki.
Bahane… O, Tukay ile görüşünce, utancından ölecek gibi oldu ve yine Bigiyev’lere döndü. Meryem ile ablası Esma’ya ne söyleyecek şimdi? Tukay beni dinlemek istemedi mi diyecekti? İyi ki evdekiler onun hâlini görünce, gereksiz sorularla sıkıştırmadılar.
– Üzülme nazlı ceylanım. Alnına yazılmamışsa, ne yaparsan yap olmaz. Çistay’da Tukay ile ilgili: “Bizim Haydar ağabeyin kızı Zeytune’yi seviyormuş” diye laflar dolaşıyordu. Hiç kulağına çalınmadı mı ?
– Zeytune, Zeytune mi dedin, abla? Ne zaman, hangi arada başarmış ki o Tukay’ın gönlünü fethetmeyi?
– Pek yaman kız, senin gibi okuma arzusunun büyük olduğunu ve okumak için Egirci bölgesindeki Bubiylar okuluna gittiğini söylüyorlar.
Ümmü Gülsüm için bu daha da öldürücü bir haberdi. Uzaktan akrabası olan Zeytune’yi küçük bir kız çocuğu gibi görüyordu. O ise, işte büyüyüp yetişmiş, Tukay gibi bir şairi de kendine âşık etmiş.