– Tukay Bey, lütfen bağışlayın. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Öksürüğünüz çok şiddetli. Sizin için yüreğim parçalanıyor… Şu kekikli sıcak sütü bir için. Mutlaka şifa olacaktır. Sağlığınıza kavuşunuz, diyerek nasıl ortaya çıktıysa, öylece “eriyip” yok olmuş.
Ümmü Gülsüm, şairin o denli azap çekmesini sadece duvarın ardından nasıl sakince dinlesin. Onun, yasak ve sınırlarına boyun eğmeyen, kaç ömür sevda ateşinde yanan sıcak bir kalbi var. Sevgili Tukay’ını iyileştirmek için onun bir fikri, bir sözü, bir nefesi yeterliydi sanki. Ah, hayal ile gerçek arası ne kadar derin bir uçurumsun.
Ümmü Gülsüm’ün dünürü, arkadaşının kızı Meryem’in de yüreği parçalanıyor, teni ürperiyor, çıt sesinden bile irkilip, kapının önünde nöbet tutuyor. Ümmü Gülsüm hane halkının gözüne görünmesin ve aman Musa Efendi uyanmasın. İnşallah, o bugün çocukların yanında uyuyor. “Utanmaz arlanmaz sen nasıl cüret ettin?” diye gözünü bile açtırmazlar. Tukay’ı da zor duruma sokarlar. Anlatmaya da aklanmaya da vakit bulamazsın…
– Hakikaten melek, diye düşündü Tukay, kendini yaşam ile ölüm arasında tutan boğucu öksürüğü azalınca. Ancak her şeye rağmen bu “gereksiz” duygu tüm hücreleri ve bedeniyle karıştı.
– Şu cesur ve kararlı kız öğrenciye bak! Acımış… Siz değil hanımefendi, kader acımamış. Gerekmez de. Benim maksadım, yolum başka. Benim için üzülenleri sevmiyorum ben hanımefendi, siz çok yanıldınız…
Bu ne ses yine, ilkbahardaki çimler gibi kesekli yol kenarında baş mı kaldırıyor?
– Şairim, sen bu anlarda yanında sevdiğin birinin olmasını istemiştin, değil mi? İşte “sevda bekçisi” onu senin huzurundan esirgemedi.
Ne var ki, “hikmetli gece” yine tekrarlanacaktı. “Son nefesinde yine bu “beyaz melek” indi. Bir sihir yaptı, sessizce fısıldadı ve yine öyle nur içinde çabucak eriyip kayboldu. Yeniden düşünceler birbiriyle savaştı. “Hükümdar sevda bekçisi” peyda oldu ve bu şiir sayfasını “açtı”:
Derdime benim ilaç var: Ya ölüm, ya kavuşma;
Bunların her biri bu sorgucuyu mutlu eder.
Ya canım ol, ya canımı al; Anladın mı ey güzel!
Beni yanında ölmek ile talihe eriştir.
– Ölüm meleği o kadar yakın mı ki?
– Hayır…
– E sen yanılıyorsun, benim “hayat meleğim” o değil ki.
– Biliyorum.
– Benim son şiirim de, gökyüzünün ahengi ile başka türlü yankılanacak.
– Belli, “vasiyetin” de senin gibi mukaddes ve uludur. Sen dünyaya ağlayarak gelsen de giderken şarkı söyleyerek gitmeye niyetlisin. Doğru değil mi?
– Belki. Sevda meleği, sen son günlerde çok değiştin sanki. Ama ben bu evden çabucak kaçmak, senin tarafından hayattan sürülmek istiyorum. Sen kendi aslına ihanet etmezsin değil mi?
…İşte, nihayet, Tukay dilediğince “özgür”. Arkadaşları onu Bigiyev’lerden alıp misafirhaneye götürdü. Ama o burada da soğuktan, öksürükten ve meleklerden kurtulamaz, muhtemelen.
– Yine de sağ ol, karanlık gecelerin beyaz meleği…
Şair birden irkildi, işte yine biri odanın kapısını çaldı.
– Kapı açık giriniz, dedi Tukay, belirsiz bir iç sıkıntısıyla.
Kapıdan gülümseyerek giren Avrupaî giyimli, çok güzel, uzun boylu kızı görünce bir an için şairin dili tutuldu. Kız ise o sırada şairi selamlayıp içeriye geçti. Elindeki yeni açılmış zambak buketini masaya koydu ve Tukay’ın çiçeklere şaşkınlıkla baktığını görünce:
– Çiçekler nereden mi diyorsunuz? Kavşakta Finliler satıyordu. Bu çiçekleri sizin de sevdiğinizi biliyorum. Baksanıza, Petersburg’a da bahar gelmiş, diyerek gülümsedi.
Odaya kendisi ile birlikte baharın, çiçeklerin kokusunu ve fışkıran gençlik enerjisini getiren bu kız, “Beyaz Melek” şairinin çok iyi tanıdığı biri. O, arkadaşı Fatih Emirhan’ın3 sevdiği kız Şemsi Nisa’nın küçük kız kardeşi, Çistay kızı Ümmü Gülsüm Kamalova idi. Abla-kardeş bu kızlar, sık sık “El Islah” gazetesine Fatih’in yanına gidiyorlardı4.
Bazen onların peşine Şemsi Nisa’nın ortanca kardeşi Hetime de takılıyor. Birbirinden güzel ve okumuş bu kızlar gazeteye gelince Fatih, kendini gökyüzünün yedinci katındaymış gibi hissediyor. Daha çok da sevgilisi, soylu Şemsi Nisa’nın edebiyata yönelmesini Rusça ve Fransızca hikâyeler tercüme etmeye başlamasını tüm yüreği ile destekliyor.
Kızlar arasında, cesareti ile diğerlerinde ayrılan Ümmü Gülsüm’ün kendine hevesle geldiğini biliyordu Tukay. Kazan’ın okumuş kızları arasında ona can atanlar az mı ki? Ama Tukay her zaman, kızı görmemiş gibi yapıp odadan çabucak çıkıp gitmenin bir yolunu arıyordu. Sadece bugün, misafirhanede baş başa, göz göze kalınca, görmezlikten gelmek mümkün olmadı. Duyduğuna göre, Ümmü Gülsüm Petersburg’un meşhur Bestujev Enstitüsü’nde okuyor. Bak ya, nasıl değişmiş! Rusların soylu kızlarına benzemez o… Yok yok ona en yakışanı beyaz melek suretinde gezmesi.
Ümmü Gülsüm de Tukay’ı süzüyor. Şair biraz iyileşmişe benziyor. Öksürüğü de önceki kadar korkunç değil. Yoksa diğer gecelerde Tukay’a üzülüp az mı kederlendi Gülsüm.
Odayı kaplayan rahatsız edici sessizliği Tukay bozdu:
– Sizi buraya Musa Bey mi gönderdi, dedi şair, ona oldukça katı bir tavırla.
– Hayır, hayır. Benim sizin yanınıza geldiğimden Musa Bey haberdar değil. Ben onların dairelerinde unuttuğunuz eşyalarınızı getirdim, diyerek kız, küçük çantasından masaya sigara kutusu ile saç tarağı çıkarıp koydu.
– Boşuna zahmet etmişsiniz, bir öğrenci gelip alırdı.
– Ne zahmeti, Tukay Bey, dedi kız özel bir ihtimamla.
Ama kızın şaire söylemek istediği başka şeylerin olduğu hissediliyordu. O, nihayet tüm cesaretini toplayıp söze başladı:
– Eğer sevgili şairimizin üç gece boyunca Musa Beylerde azap çektiğini görmesem buraya gelip sizi rahatsız etmezdim. Sizin gecikmeden Kırım’a gitmeniz gerek Tu-kay Bey. Kırım havası ile deniz suyu sizi çabucak ayağa kaldıracaktır. Kırım’da benimle aynı okulda okuyan Meymüne adlı bir kızın anne ve babası yaşıyor. Onlar çok iyi insanlar, bu günlerde sizi kabul etmeye hazırlar, deyip şaire telgraf kâğıdını uzatıyor. “Eğer izniniz olursa, biz Meymüne ile sizi Kırım’a kadar uğurlarız…”
Tukay’ın yüzünün birden değiştiğini gören kız sustu.
Bu okumuş zengin kızlar da adet haline getirmişlerdi. “Efendim” diye diye can sıktıkları yetmezmiş gibi birbirleriyle yarışıp beni tedavi ettirmek istiyorlar, deyip şair gayrî ihtiyarî yumruğunu sıktı. Ardından yine sert görünmeye çalışarak, sözlerine devam etti:
– Boşuna endişeleniyorsunuz hanımefendi. Bana Kırım da, İsviçre ile Finlandiya da lazım değil. Dün beni Petersburg’un en ünlü doktoruna gösterdiler. O hastalığımın geçici olduğunu söyledi.
– Bu