Başkasına bakmadan,
Ona döner bakardı.
Oturuyordu Bozayhan,
Vezir yalvarıp yakardı.
Kalır mı ki, o hayatta,
Ya da olur mu o kurban.
Hanın yanında çok adam,
Başları kaldı kesilen.
Öfkeyle yatıp kalkıyordu,
Sinirlenen Bozayhan.
Yine sessiz oturuyordu,
Vezire cevap katmadan.
Üç gün oldu yatakta,
Yatıyordu başı kaldırmadan.
Hana gelip ayağına,
Kapandı vezirlerin başı.
Han hüküm etti ona:
“Gülcezire, başımın tacı,
Gelsin benim sarayıma!
Küçük vezir gecikmeden,
Kızını versin bana,
Ölmem ona evlenmeden,
İnansın vezir bana.”
Emri eda etmek için,
Gitti vezir koşarak,
Üstü başı toprak oldu,
Ağzı burnu kanayarak,
Yolda yürüdü sürçerek.
Küçük veziri baş Barkat,
Müjdeler yanına gelerek.
“Bunca halk içinden,
Kızın senin Cezire’yi,
Sultanım beğendi seçerek.
Damadın senin, han oldu,
Kimseye nasip olmaz bu.
Han’a koş, git acilen,
Yoksa bana küsersin,
Vazgeçerse teklifinden.”
Cezire bunu duyduğunda,
Titredi, korktu, ağladı,
Kanlı yaş gözünde aktı.
Yaşlıya karı olmaktansa,
Ona kul köle olmaktansa,
Neden ecel beni almadı?
Cezire ağlamasına rağmen,
Kimse yoktu onu duyan,
Sağ kurtulmaz ölmeden,
Çaresi yoktu onu kurtaran.
Babası dedi ki ona:
“Ciğerparem, bak bana,
Han’a karşı çıkmaya,
Ona baş kaldırmaya,
Gücüm de yok, halim de yok.”
Güzelim Cezire’yi,
Han aldı on beş yaşında.
Çaresiz gelinciği,
Dizginledi ip takıp başına.
Cezire’nin içine kor düştü,
Gözlerinden yaş döktü.
İnce bedeni çok titredi,
İçi yanık, pek dertliydi.
Han yaklaşırsa yanına,
Kaygı düşer başına,
Aklını kaçırıp bayılır.
Kendini alamaz, yanılır,
Şaşarak kafası karışır.
Yaşını durmadan döker,
Coşarak akar seller.
Gözünden düşen sıcak yaş,
Kara taşı eriten.
Cezire’yi kim imiş,
Han’dan nefret ettiren?
Gördüğü anda irkildi,
Cezire’nin ince bedeni.
On beş yaşındaki Cezire,
Kaygıdan bir ölüp bir dirildi.
Yaklaşırsa Bozayhan,
Bayılır oldu korkudan.
Yetmiş yaşı geçen ihtiyar,
Genç kız alıp heves avlar.
Vatanından uzak kaldım diyen,
Gülcezire zayıf düşer aniden.
Kuru çingiller altında,
Büyümeyen gül soldu.
Gülcezire hazin oldu,
Dengini özleyip durdu,
Gözden yaşı ırak oldu.
Hayaliyle yaşayan,
Elinde sarmaş dolaş olan,
Genç kız çaresiz kaldı,
Kafese düşen kuş gibi,
Şikâyeti pek çoğaldı.
Sevinçli han seyreder,
Beyaz kuş düştü avına.
Oturuşuyla cezbeder,
Kaygıyla kuran tahtına.
Bir zengin geldi, yanında,
Yetim dazlak çocuk var.
Dağınıktı elbisesi, başı da,
Çok yaralı bedeni var.
Yalın ayak, yalın baş,
Örtüsüz gibi yalın taş.
Kaç gündür yemek yememiş,
Titrer yanağında bir damla yaş.
Öfkeli zengin seslenir:
“Şikâyetim var, sultanım,
Mal lazımsa, boynuma,
Yükleyiver, reis-i cihanın.
Şu dazlak çocuğumun,
Kaygısı dokunur canıma.
On beş altın üzerimde,
Harcanır boşu boşuna.
Sözüm budur, sultanım,
Bu şehirde, ey, kağanım,
Dili keskindir şu dazlağın.
Bir bakın şu ahir zamana,
Dazlaklar oldu maraba.
Geçen sene bir dazlağa,
Evlat gibi baktım evimde.
Keskin diliyle tuzağa,
Düşürdü ailemi, beni de.
Bir dazlağın yolunda,
Yüz inatçı var derler ya.
Bu sene yine bir dazlak,
Düştü bela gibi başıma.
Dazlaklar dolaşır boşuna,
Salya atarlar sokağa.
Onlarla birlikte ceza versen,
Dazlakları büyüten,
Anası ile babasına.
Eli bozuyorlar,
Ele fitne sokuyorlar,
Bunların başını kesmezsen,
Kimin başını kesersin?
Bir bakınız şu sokağa!
Seçtiğiniz şu şehirden,
Gülcezire, eşlerinizden,
Evde bulunan dazlağa,
Aşıkmış, inanın bana.
Yalan ise bu sözüm,
Asabilirsin