VERA
Ertesi gün evden çok erken çıktım. Uyuduğunu düşünerek Albina’yı şehirden ankesörlü telefonla aramaya karar verim. Suslov’un odasından çıktıktan sonra bana iki adres verilmişti. Onlardan birinde saat 08.00’de olmalıydım. Burada bana üç kitap vereceklerdi. Belirlenen zamanda kitapları aldım ve hemen ankesörlü telefon aramaya başladım. Bu saat telefon açmak için henüz çok erkendi. Ama Albina’nın evden çıkabileceğini düşünerek deyim yerindeyse tan yeri ağarmadan evlerinin numarasını çevirdim. Telefonda “Albina bugün işe gitme!” dedim ve nerede olduğumu sorarken sesinin titrediğini hissettim. Muhtemelen ninesi yattığı için o, yumuşak sesi biraz daha kısıktı. Gayriihtiyari ben de fısıldadım:
– Evde değilim. Ankesörlüden arıyorum.
– Evde olmadığını biliyorum. Ben de işte bundan dolayı endişe ettim. O zaman beş dakikaya yeniden ara!
– İki kepiğim20 yok şimdi. Onu da dilencinin önünden aldım.
Gözlerimin önünde Albina’nın şaşkınlık dolu yüzü canlandığı için açıklama yapmaya başladım:
– Korkma çalmadım, yirmi beş kepik verip karşılığında iki tane on kepik aldım. Onun da birini ankesör yuttu. Son kepikle de seninle konuşuyorum.
Bu sırada odada yüksek sesle konuşan bir kadın sesi işittim. Gala Timurova’nın sesi olmadığını hemen anladım. Bu saatte onlarda yabancı biri olmamalıydı. Albina olan biteni anlatıp bu meseleye açıklık getirse de endişemi daha da artırdı. Sabaha yakın ninesinin durumunun kötüleştiğini söyledi. O da önce bizi aramış. Ninemin de yardım girişimleri başarısız olunca beşinci kattaki hemşireyi çağırmışlar. Telefonun diğer tarafından işittiğim kadın sesi oymuş. Albina ninesinin şimdi kendini iyi hissettiğini, iki üç saat süren huzursuzluğun geride kaldığını söyledi, ama sesindeki titremeyi gizleyemedi.
Kısacası yerleştiği adresi söyleyip ardından “Akşama kadar da olsa burada bekleyeceğim, gel!” dedim. Ardından “Nine ve torun” diye çabucak cevap verdim ki belki keyfi yerine gelir. Ama konuşmamız bitmişti. Sinyallerden hattın kesildiğini anlayıp ahizeyi yerine koydum. Albina’nın ne zaman geleceği belli değildi. Onu yerleştiğim yerde beklemek o kadar da kolay olmayacaktı. Çünkü huzursuz düşünceler heyecanımı artırmaktaydı. Telefon kulübesinden çıkıp birkaç metre ötede sağ ayağımı alçak demir çitin üzerine dayayıp durdum. Nereden olursa olsun yine para bulup telefon etme düşüncesindeydim. Karşımda çift yönlü bir otoyol vardı. Sarı renkli taksiden inen kız dikkatimi o kadar çekti ki farkında olmadan yola doğru yürüdüm. Vücuduma garip bir sıcaklık geldi. Sanki soğuk havada üşüyüp sonra kaynar suyla duş altına girmiştim. Bir anda kendimi fırtınalı denizin koynunda hayat mücadelesi veren çaresiz biri gibi hissettim. Ayaklarımdan gelen sıcaklık tüm vücudumu titretmişti. Kalbimde oluşan sevinç hissi ile beynimdeki korku dolu heyecan birbirine karıştıkça bedenim daha da yanıyordu. Onu yıllardır arıyordum. Uykusuz gecelerim, iştahsız günlerim, geçiş dönemimin bütün huzursuzlukları onu bulamayışımla alakalıydı. Şimdi hiçbir zaman aklımdan çıkmayan, dilimden düşmeyen Vera, yolun karşı tarafından bana doğru geliyordu.
…Ben orta okul hayatımın çoğunu Kazan’da geçirmiştim. Sekizinci sınıfta okurken sınıfımıza iki kız geldi. Onları müdür şahsen getirip takdim etti. Kazan’ın merkezindeki bir yatılı okulda yangın çıktığı anlaşıldı. Bu yatılı okulda yetim çocuklar yaşıyor ve eğitim alıyorlardı. Şimdi çocukları yeni bir yatılı okula yerleştirene kadar okullara geçici olarak dağıtmışlardı ki derslerinden geri kalmasınlar. Öğretmenlerden biri, bu kızları iki ay boyunca kendi evinde barındırmayı kabul etmişti. Müdür benim sıra arkadaşımı arka sıraya geçirip kızlardan birini yanıma oturttu. Kız oturmadan elini bana uzattığında hemen ayağa kalkıp rahat bir tavır almam sınıftaki herkesin gülmesine sebep oldu. Ama biz utanmadık. Yeni sıra arkadaşımın çok nadir rastlanan bir soyadı vardı: Marşal. Vera’ya sınıfta ya Ver ya da Marş diye sesleniyorduk. Marş dememiz daha çok hoşuna gidiyordu. Onunla ilişkimizin şaka aşaması “Ne zaman başkomutan olacaksın?” sorusu ile başladı. Soğukkanlılıkla “Ben gerçekten de general olmak istiyorum.” diyerek her iki elinin baş ve işaret parmakları ile dairesel bir işaret yaparak, yıldız şeklinde kollarını çapraz tutup ellerini omzuna koydu. İki ay içerisinde birbirimize çok ısınmıştık. Gerçek sevginin ne demek olduğunu bilmediğimiz bir zamanda birbirimize alışmıştık. O yıl yaz tatilini Çeçenistan dağlarında geçirdim. Babam beni Moskova’da arkadaş edindiği, bir savaşta öldürülen Çeçen subayının babasının yanına göndermişti.
Çok sonraları anladım ki bu seyahatte iki temel amaç vardı: Benim Arap ve Fars dillerini öğrenmem ve ondan daha da önemlisi babamın merhum dostunun ailesine geçici olarak refakatçi olmam. Burada iyi vakit geçirdim. Uçsuz bucaksız ormanlarda, güzel manzaralı dağlarda at binmeyi, hançer oynamayı, tüfek atmayı öğrenmekten sonsuz haz alıyordum. Akşamları koyunun, kuzunun meleşmesi ile başlayan havanın kararmasına atların homurtusu da eklendikten sonra tuhaf bir sessizlik oluşuyordu. Biraz sonra ise köpeklerin havlaması geceleri yoldaşımız oluyordu. Köpekler sanki, bazen hemen yakında bazen de güçlükle işitilen tüfek seslerini tanıyorlardı. Yabancı biri tarafından ateşlenen kurşun sesini işittiklerinde zincirlerini kopartmaya çalışıyorlardı. Sabahları ise bütün canlılardan önce bülbüller uyanıyordu. Güzel sesleri eşliğinde gözlerimi ovuştururken çocuk aklımla “Buradan gidince Kazan sokaklarından eve dolan gürültü çok sıkıcı olacak.” diye düşünüyordum. Daha çok annemi özlediğimi söylemek doğru olur, ama geceleri yakın dostum, serin yatağımdaki hayal arkadaşım Vera olurdu.
…İmam Alembek Abu’nun21 yanında mürit olmak bana Tanrı’nın bir lütfu idi. Burada ondan Arap ve Fars dillerinde eğitim alıyordum. Abuyev soyadlı öğretmenim yaşı altmışı geçmiş, korkutucu bir Çeçen’di. Evde, mahallede, köyde bir dediği iki olmazdı. Ayakta durduğunda uzun boyu ve geniş sırtı, yakınında durduğumda iri elleri dikkatimden kaçmıyordu. Ders verirken nazik sesi ve sevecen tavrı ile yüreğimi sakinleştiriyordu. Bütün bilimler hakkında geniş bilgiye sahipti o. Beni mürit olarak kabul ettiğinde matematikle ilgili sorular sorup diliyle söylemese de başını sallayarak onaylamıştı. O zaman bana çok garip gelen “Matematik nerede, Arap dili nerede?” sorusuna çok sonraları cevap buldum. Öğretmenim matematiğin bilimlerin şahı, zihnin jimnastiği olduğunu sık sık tekrar ediyordu. Arap harflerinin yapısından sıralanmasına kadar her şeyin anlamını izah etmekten özel olarak zevk alıyordu. Ben ona sadece dede, karısı Ruman22 Hanım’a nine diyordum. Nine bana çoğu zaman sevgi anlamında Osmancan diyordu, dede ise keyifli olduğu zamanlarda Arzu23 diye sesleniyordu. Dede Rus dilini bilir ancak sert Çeçen lehçesi ile konuşurdu. Bu dili asla sevmediğini ilk bakıştan anlamıştım. Nine ise beni anlıyor, istediğimi yerine getiriyor, bir şey söyleyecek veya görev verecek olursa Çeçen dilinde konuşuyor ve işaret diliyle anlatıyordu.
Dedenin atı, hançeri, çifte tüfeği ve kütüphanesi bu evde dokunulmaz olarak sayılıyordu. Köye geldikten bir hafta sonra ciddi bir şekilde hastalandım. Yüksek ateşten neredeyse gözlerimden kıvılcım çıkıyordu. Gözlerimi yumduğum gibi sayıklıyor, yorganı üstüme çekince sanki havuza girmişim gibi oluyordu. Yün döşek ve kalın yorgan