Dolu. Akil Abbas. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Akil Abbas
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6853-30-0
Скачать книгу
balıklara benziyordu.

      Yine gece yarısını biraz geçmişti… Ve şehri Dolu öylesine dövüyordu ki, arabası olanlar çoluk çocuğunu arabaya atıp şehirden çıkarmaya çalışıyordu. Arabası olmayanlar ise yine çocuklarını evin en emniyetli yerine doğru toplayarak, ümitlerini çoktan beridir onları unutmuş Tanrı’ya bağlayarak, mahcubiyetlerinden dona kalmış yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine de bakmaya cesaret edemiyorlardı…

      … Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları, önü düşman, arkası ise hiçbir şeye dayanmayan siperin içinde silâhlarını en çok sevdikleri insanlar gibi bağırlarına basarak içleri kan anlayarak şehrin üzerine yağan Dolu’ya kederle, çaresizlikle bakıyorlardı.

      –Allah’ım, sen yardımcımız ol!

      –Allah’ım, sen bizleri koru!

      Yarattığı dünyayı onun iradesi dışında yörüngesinden çıkaran insanlara hiddetlenmiş Tanrı artık yorulmuştu. Savaşta hayatını kaybeden bu suçsuz gençler gibi o da zamanından önce yaşlanmıştı. Çizgisini şaşırmış insanların yönünü tekrar doğru tarafa çevirmek için bir peygambere ihtiyaç olduğunu görerek melekleri yeryüzüne yollamıştı ki, bu peygamberi bulsunlar. Melekler de yeryüzünün altını üstüne çevirseler de Tanrı’nın istediğini bulamamışlardı. Sonunda Tanrı’nın yanına eli boş dönmekten korkan melekler tesadüfen gökyüzü gibi temiz, Zemzem pınarı gibi saf, gözyaşı gibi dupduru bir ses duymuşlardı. Ses sahibinin üzerine üşüşmüşler, sesini, kanından, ruhundan soyarak Tanrı’ya hediye götürmüşlerdi.

      Ve artık kendi yarattıklarıyla uğraşamayan Tanrı gazabını yatıştırmak, biraz olsun yorgunluğunu gidermek istedikte Kadir Rüstemov’u dinliyordu. Bu ses, insanları mahşer meydanına toplayarak mizan teraziyi kurmasına, şeytanın da bayram etmesine engel oluyordu. Kadir Rüstemov’un sesi ruhuna öylesine sinmişti ki, ne Sahipsiz Evlatlarının, ne de onların ana ve bacılarının yakarışlarını duymuyordu. Ve bu Sahipsiz Evlatlar, kendilerine şah damarlarından yakın bildikleri Tanrı’ya yalvara yalvara şehrin üzerine yağan Dolu’nun nereleri dövdüğünü anlamaya çalışıyorlardı.

      Peleng:

      –Galiba büyük binayı dövüyorlar.

      Evleri o binanın yanındaydı.

      Qayret:

      –Yok be, görmüyor musun merkezde patlıyor.

      Drakon:

      –O zaman bizim evlerimizi de dövüyor!

      Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları yalnızca sabah açıldıktan sonra bu Dolu’nun kimin anasını, kimin yavrusunu, kimin bütün ailesini mahvettiğini anlayacaklardı. Her şeyden, hatta yalvarmalarının semeresini görmediklerinden Tanrı’dan da ümitlerini kesmiş bu Sahipsiz Evlatlar hiddetlerinden parmaklarını, dudaklarını kemiriyordu. Bazıları katlanamıyor, siperden çıkarak haykıra haykıra fırlıyor ve karşı taraftan bağırıp çağırmadan onu nişan alarak atılan kurşunlardan birinin kurbanı oluyordu…

***

      …Düşmanın dört beş kurşunla işini bitirdikten sonra hiddeti biraz olsun dinse de, sandıktaki otuz iki kurşunun tamamını karşıda atın üzerinde duran adamın karnına doldursa “offf” bile demezdi. Sanki atın üzerindekinin karnı kurşunları yemek için yanıp tutuşuyordu. Düşman olsun ne çıkar, onun da kendine mahsus bir güzelliği vardır; hiç olmasa dersin ki, karşımdaki düşman merttir ve senin kanını içmek isteyen, bundan müthiş bir zevk duyan bir düşmandır. Sen de ona göre tavır takınırsın. Karşında duran bu düşmanda o duyguları asla bulamazsın. Bu durum düşmanlığın kendinden de beterdi. Bu da insanın kendi içinde taşıdığı onulmaz bir hastalık gibiydi. Bu hastalıkla birlikte yaşamak mecburiyetinde idiler. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı, aynı şehri paylaşıyorlardı. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı birlikte bölüşseler de bu şehri aynı şekilde paylaşmamışlardı.

      Birinin kısmetine dünyanın en zengin şehrinin pazarında et satılan küçücük bir dükkân düşmüştü. Şu karşıda atın üzerinde duran şahsın payına ise dedelerinden miras kalmış gibi neredeyse şehrin yarısı düşmüştü. Parti sekreterlerine, şehrin yöneticilerine, bilmem hangi kertenkelelere yaltaklık yapa yapa kendine de yaltaklık yaptırmasını başarmıştı. Atını sağa da dörtnala sürmüştü, sola da. Atın belinden hiç inmemişti. Şimdi de atın belindeydi, ancak eskisi gibi onu koşturamıyordu. Yalnızca o değil, hatta yaltaklandığı şehir yöneticileri de, reisler de atlarını artık eskisi gibi koşturamıyorlardı.

      Dünya kendi yörüngesinden çıkmış, almış başını gidiyordu. Nereye gidiyordu…!? Kendi yarattıklarının yörüngesinden çıkardıkları bu Dünya’nın nereye gittiğini Tanrı bile bilmiyordu. Ve şimdi, kendi mihverinden çıkardığı bu insanlardan başını alıp bilinmez bir menzile doğru koşturan bu Dünya’da insanlar öyle bir hâle düşmüştü ki, içlerinde nefretten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu nefret simalarına aksetmişti, yüzlerinden zehir zıkkım yağıyordu. Mihverinden çıkarak hem kendinden, hem de Tanrı’dan başını alıp da kaçan bu Dünya’da bu şehir, bu şehrin insanları öylesine yaşlanmışlardı ki, sanki akıllarını kaybetmişlerdi. Bu hastalığa da en çok gençler tutulmuştu. Daha düne kadar savaşları hep sinema perdesinde seyreden bu Delirmiş Gençler kendilerini aniden bir savaş filminin ortasında bulmuşlardı. Elbette bu kendi istekleri doğrultusunda oluşmamıştı, onları bu savaşın ortasına zorla atmışlardı.

      Bu dehşet kokan filmin senaryosunu dünyanın Büyük Devletlerinin Büyük Sarayları’nda yazmışlardı. Filmin rejisörlüğünü de Tarkovski’yi de, Tofik Tağızade’yi de kıskandıracak kimselere havale etmişlerdi. Bu rejisörler de, Büyük Devletlerin Büyük Sarayları’nda oturmuş çekilmekte olan filmin günlük yapımlarını seyrediyorlardı. Filmin figüranları ise ne senaryodan, ne de rejisörün yaptıklarından haberi vardı. Bu filmi daha önce seyrettiklerinden ayıran yegâne fark ise patlayan bombaların gerçek olmalarıydı. İnsanlar gerçekten de kurşunlanıyor, çocukların kafası kesiliyor, kadınlara gerçekten tecavüz ediliyordu. Bir de bu filmi daha önce gördüklerinden ayıran bir diğer fark bunun bir türlü sona ermemesiydi. Bunun sonu ufukta bile görünmüyordu.

      Fazıl Bey’in sinema salonunda seyrettikleri bütün filmlerde bizimkilerin attığı (o zaman Ruslar da bizimkiydi, Ukraynalılar da, Letonyalılar da, hatta Ermenilerin kendileri de) her kurşunla bir Alman askerî karnını tutup yere devriliyor ve zavallı Almanların attığı kurşunlar ise hep karavana gidiyordu. Elbette bu Almanların nişan almadaki beceriksizliğinden değil, senaryoyu yazanlar da, yapımcılar da bizimkilerin hısım akrabasıydı. Seyrettiğimiz bu filmde ise bizimkiler artık Ruslar, Ukraynalılar, Letonyalılar, Ermeniler değil gerçekten bizimkiydi. “Holywood”un ve “Mosfilm”in ortak yapımı olan bu Film’de senaristler de, yapımcılar da Ermenilerin hısım akrabasıydı. Geçmişteki bizimkiler Ermenilere en pahalı ve yeni yapım silâhları verseler de, şimdiki zamandaki bizimkileri onların karşısında eli yalın bırakmışlardı. Bu Film’de fırlatılan bombalar bizlerin tepesine yağıyordu. Yakılan, yıkılan evler bizim, kafası kesilen çocuklar bizim, tecavüze uğrayan kadınlar bizim kadınlarımızdı. Bu Film’deki Almanlar bizdik.

      Çarpışmaların birinde bizimkilerin eline bir Ermeni kızı düşmüştü. İntikam duygusu gözlerini karartan bizim delirmiş gençler ona tecavüze yeltenmişlerdi. Ancak korkudan tir tir titreyen zavallı kızın insanın kanını donduran yalvarışlı bakışları, henüz insanlığını tamamen kaybetmemiş O’nu harekete geçirmiş ve gençlere engel olmuştu. Yaralı bir şekilde aç kurtların eline düşmüş çaresiz, ümidini Tanrı’dan da kesmiş bu kıza tecavüze uğramasına bigâne kalamazdı. Hiç önemi yoktu,