Üşkempir’in evinin namı böylelikle tüm halka yayıldı. Kış, yaz demeden Üşkempir’in evini soranlar, akrabasının yanına geliyormuş gibi davetsiz çıkar gelirdi. Küçük yaşta yetim kalan ve sıcaklığa hasret olan Küntöre, bu aileye gelin olarak geleli, eksikliğini duyduğu şeyi bulmuşçasına çok mutluydu. Yaşam sevincinin bu ailenin refahı ve birliğine bağlı olduğunu hissetti ve onu sıcak bir şekilde kucakladı. Kayınvalidesi Batima’ya hiç karşı gelmedi, yerini bildi ve bir gelin olarak görevini özverili bir şekilde yerine getirmeye çalıştı. Kayınvalidesinin önünde tek oğlunu ayıp olmasın diye alından koklamazdı.
Büyük olan Altınkül ile beşikteki Şırınkül’ü, kocası Üşkempir ile ikisinin yeri ayrı çifte lalesi, özel muhabbetleriydi. Babaannesinin Jakay’ına ise içinden imrenirdi. Küntöre’nin en büyük oğlu erkek doğmuştu, ama o bebek çok yaşamadı, Üşkempir’in ailesi çok acı çekmiş, yas tutmuştu. Çok geçmeden Altınkül’ü dünyaya geldiğinde: “Allah’ıma şükür, sonrakini soyumu devam ettirip, atımı tutacak bir evlat ver” diyerek, Üşkempir yürekten oğul istemişti. Alnı açık İyilik dünyanın kapısını araladığı ne kadar mutlu olmuştu! Jaksılık’ını bir yandan emzirirken Küntöre ana:
“Çok kişinin girip çıktığı kapı merdiveninde dünyaya gelen ışığım, ecdadın ‘Eşikten yüksek dağ yok’ demesi boşuna mı sanırsın? O yüksek dağı doğarken aşan oğlum, yarın büyürken öylesine bir adam olmayacak! Yerden kaldıran deden o gün yolculuktan geliyordu, hayatın yollarda mı geçecek tayım!” diyerek, dua ederdi. Kutlu ananın dilekleri gerçekleşip, yetişkin olan Jaksılık ömrünün yarısından fazlasını vatanın onuru ve namusunu korumak için yollarda geçirdi.
Küntöre pancar yetiştiren kadınların başı olunca, devlet çiftliği binmesi için tayı olan bir yılkı verdi. Gün boyu tarlayı gezerek, akşam eve geldiğinde kısrağı sulaması için Jakay’ı gönderirdi.
Delikanlı tereddüt etmeden yılkıya biner nehre götürürdü. Yanında boynundaki pirinç zili çalarak, kayınvalidesinin bir ötesinde, bir berisinde oynaşarak tayı da peşi sıra gidiyordu. Nehre yılkı ile birlikte tayı da girerdi. Hayvan suda eğlenir, kulaklarına gelen nehir suyundan başını dışarı uzatıyor, burun delikleri hızlı hızlı açılır kapanır ve kulaklarını çapraz yapar oynaşırdı. Jaksılık onunla yarışarak yüzerdi. Sakin kısrağın, tayı da nazik olur. Nehrin ortasında tayın karnına sarılır, suyunda gücüyle kaldırarak yüzerdi. Bunu yaparken, Küntöre “geciken oğlunu” aramak için kıyıya geldi ve kayalıklardan onları gördü.
Suda tayla oynayan çocuğu görünce hayvanın toynaklarının balasına zarar vereceğinden endişelenen anası kendini suyun kıyısına atarak:
“Jakay! Bırak tayı aman! Bir yerlerini yaralayacak” diyerek kolunu uzattı. Anasının endişeli sesini duyacak çocuk nerede desene, oyununu sürdürdü. Kayalıklarda başörtüsü dalgalanırken, elini sallayan anasına gözü takılarak oyunu bırakıp, kısrağını da alıp kıyıya doğru yüzdü.
“Jakayım, ne yapıyorsun?” dedi titreyen ses tonuyla anası.
“Jiyşe (anasına yenge der hitap ederdi) suyun içerisinde kaldırırken ağır değilmiş dedi aklı bitmemiş oğlan çocuğu. Tabiatın kuvvetini geliştirdiğini yeni yetme nereden bilebilirdi ki? O olayın ardından Küntöre oğlunu kısrak sulamaya göndermedi.
Şımarık Çocuk Talas Boyunda
Ana sütünün çok besleyici oluşundan mıdır ne, yaşını alana kadar bebek Jaksılık yumru yumru, şiş karnı yerde sarkıp, emeklemeden de yürümeye geçişi geç olmuştu. Sıcak yaz günlerinde büyükanne avludaki ağaç hamur teknesini suyla doldurur ve torununu içine oturturdu. Sonraları yürümeye başladıktan sonra bile babaannesi işlerle yoğun olsa da, Jakay kendisi orada yıkanır beklermiş. Çocukluğundan beri suya düşkün olan Jaksılık büyümüş ve köyün eteklerindeki Talas’a gitmeden duramaz olmuştu. Nehirde balık gibi yüzer, yarıştığında köyün hiç bir çocuğu önüne geçemezdi.
Bazen suya beraberinde gelenleri korkutarak, iki-üç dakika suyun altında kaybolur giderdi. Köyün çocukları “boğuldu mu” diye korkarak ağlamaya başladıklarında da su perisi gibi sıçrayarak suyun altından çıkardı. O zamanlar Talas’ın kanalı genişti. Köyün çocuklarına nehir gibi değil büyük derya gibi görünürdü. Talas sahilinin yeşil çimenlerinde güreşen, rüzgârda rüzgârla yarışan, çocukluğunun balayını hissederek büyüdü. Yaz olunca köyün en küçük erkek ve kızları Talas’tan çıkmazlardı. Yüreğine ateş düşenler ise yeşil çimenlerde dolaşmaktan usanmazdı. Sonunda grup halindeki esmer çocuklar nehri karşılarına alır, suya atlarlardı. Talas’a ilk kez gelenler önce köpekleme yüzmeyi öğrenir, ardından yüzme pratiği yapardı. Sırtüstü yatarak mavi gökyüzünde yüzen bulutların hareketinden bir av ve bir hayvan görüntüsü oluşturmaya çalışarak:
“İşte, ayıya bakın!”
“Şuradaki, deveye benziyor!”
“Bak, bak, oradakiler de köpeğe dönüşüyor!”
“Bu da bir ihtiyar sanki!”
“Ya, şu ihtiyar cadı!” diyerek ellerini enselerinde, yavaşça sırtüstü yatarak yüzerlerdi.
Büyürken yüzmeyi öğrendi ve nehrin diğer yakasına kadar yüzerek yarışmayı keşfettiler. Tamamen kalabalıklaşınca, su altına dalardı. Suyun altında “kim kaça kadar sayarak durabilir” diye yarışırlardı. Talas Nehri’nde büyüyen gençler ne de olsa, yüzücü olmasın da ne olsun?! Özellikle “Joldas” isimli bir çocuk ortada göze çarpıyor ve yarışta finali vermezdi. Köyün yaşlısı, genci Joldas’a “şampiyon!” derdi. Onu cesaretlendirdiklerini görünce kimi hisleri uyanan Jakay onunla arasında “Joldas’ı bir şekilde geçeceğim” diye bir rekabet başlattı.
Bir de nehre tek başına giderek, yüzme çalışması işini çıkardı. Yataktan gözlerini ovalayarak, yalınayak, başlıksız, yeleğini yürürken giyerek, nehre doğru hızlıca yönelirdi. Güneşin kızdırmasına rağmen kel kafası güneş çarpmasına aldırmadan, oyun çocuğu gün boyu yalınayak tabanlarına ağrı batmasına rağmen gururu için amacına ulaşmaya çalışırdı. Diğer çocuklardan önce varıp, gömleğini yola kenarı sahile atarak, buzlu suya atlardı. Gururu huzursuz olan Jakay’ın şimdiki tüm amacı yüzücü Joldas’ı bir şekilde yenmekti! Onunla aynı yaşta bir çocuğa yenilmek Jakay için yaşarken ölmekti! O dönemde bitim kadar yüreğini saran gururdan mıydı, sonunda Joldas’ı bir gün geçti. “Rekor” kırarak artık “köyüm şampiyonu” Jakay olmuştu. Adil bir yarışta yenmişçesine zaferin tadını alan Jakay önceleri kendisine sayısız mücadelenin beklediğinden habersizdi. Bu duygu, çocuğu sürekli olarak yüksekleri dize getirmek için çabalayan insanın doğasıyla tanıştıran ilk yaşam dersiydi. Rakibini yendiği andan itibaren, çocuk içgüdüsel olarak mutluluğun ne olduğunu öğrendi. Çocuk Jakay’ı eğiten ve yetiştiren yaşlı Talas, nice cesurları derinlere çekip, yuttuğu da bilinir. Ancak babaannesinin Jakay’ın tehlike ve belaların hepsinden Huda’nın kendisi koruyarak, büyümüştü. On bir yaşındaydı. O gün çobanlar her yıl olduğu gibi Talas’ta koyunlarını yıkardı. “Koyunları yıkardı” derken “Koyunları yüzdürürlerdi” demek doğru olur. Köyün çocukları da çobanlara yardımlaşır, bağıra çağıra