“Durduk yere ne oldu sana böyle?” dedi.
Kalkıp her önüme gelene ne olduğunu anlatacak değildim! Benim boş bahanelerle eskiden beri aram yoktu. Bunu hissedip hissetmemek ona kalmıştı. Hem de konuşarak öfkemi dindirmek, kendimi rahlatlatmak istemiyordum. Aksine, temelli tereddütümü yenmek için onun ağır bir laf söylemesini bekliyordum.
– Ne olduysa oldu, sen rezilden de rezil birisin! Al sana!
Derhal üstüne çullandım. Ne yazık ki vurduğum darbe yerini bulmadı, omzunu ıskalayıp geçti. Bir yumruk daha, peşinden bir tane daha… Nedense her defasında yumruklarım hedefi tutmuyordu. Belki de heyecanlıydım, o yüzdendi! Yoksa düşüncelerimin karşılık bulmaması mı beni şaşırtmıştı! Bunu düşünürken aldığım darbe yüzünden bir an sağ gözümde sanki bir şimşek çaktı. Bununla birlikte yüzümde de belli belirsiz bir acı hissettim.
“Kim rezil, sen mi yoksa ben mi?” Allah’ın avaresi, beni ranzaların arasına, kirli pasaklı yere uzattı iki seksen. Sanki elimi kolumu bağlamışlardı. Artık, bunun; düşmanın gücünü tam olarak hesaplayamamamın getirdiği korku olduğuna dair şüphem kalmamıştı. Kendimi nasıl kaybettiysem, sonrasında saldırmayı değil, sadece kendimi korumayı düşünüyordum. Beni bırakması için yalvarmaya bile hazırdım.
– Bırak şakayı Aydın! Kendine gel! Ne oldu böyle sana!
Ağır başlı bir adam olarak tanıyordum onu. Bu beş yıllık zaman zarfında sözümü yere düşürmemişti. Demek ki akıldan yoksun adamın biriymiş. Rezil ne demekti ki sırf bu yüzden kendini paralıyordu! Şakayla karışık belki bin kere söylemiştim ona bu sözü.
– Adam dediğin dostuna el kaldırır mı? Aklını başına topla.
“Ben rezil değil miydim!” diyerek yeniden üstüme çullanan dostumun bir sonraki darbesinden sonra ağzımda sıcak bir şey olduğunu anlamamla birlikte ensem iyiden iyiye soğudu. Elimle kontrol ederek bunun ön dişlerimden biri olduğunu anladığımdaysa, sesim koridora kadar yayıldı. Üstelik ben tam tersini beklerken, saman alevi gibi süren sinirim de bir anda geçti mi? Şaka değildi, sapa sağlam bir dişimden olmuştum. Ama beni dostumun elinden alan; her ikimizin de bu kederli tabloyu aynı anda görmemiz değil, mutfakta patates kızartan çocuklar oldu… Meğer az önce ben sadece kapıyı kilitlemiyor, kazara kendi elimle bindiğim dalı kesiyormuşum. Koridorda bir şekilde birbirlerine haber ediyorlar, nasıl yaygarayla haber ediyorlarsa da öyle kırıyorlardı kapıyı! Biraz çabuk olsalar ne vardı! Hülasa, yardımla birlikte, kendime olan güvenim de geri geldi.
“Anca gidersin! Allah’ın katırı!” Çocuklar bizi araladıktan sonra öfkesi hala soğumayan dostum arkamdan söyleniyordu. Herkes şaşırıp kalmıştı. Onlar koluma girip beni götürürken bir şeyler soruyor, konuyu açıklığa kavuşturmaya, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorlardı.
“Bir de kendine dost diyor! Şuna bak!” diyerek arkasından şikayet etmemdeki maksat; suçu o rezilin üstüne yıkmaktı, yoksa asıl ben rezil olurum, hem suç sende olacak hem de dayağı sen yiyeceksin! Utanç teri döküyordum. İşin kötü yanı, kızardığımda domates gibi oluyor, konuşamıyordum.
Bir yandan da Allah’ın belası dişim… Onu avcumda saklayarak sıkı sıkı tutmuştum, atmaya kıyamıyordum, çocuklardan ayırılır ayrılmaz doktor, bu miras malını yeniden kanı henüz kesmemiş ağzımda kendi yerine berkitecek zannediyordum. Mahçup olmamı sağlayan başka bir şey daha vardı: Eğer birisi dişimin kırıldığını öğrenseydi, kavgamızın kavga değil, uzun bir hengame olduğu hemen gün yüzüne çıkacaktı. O zaman nasıl kendime hak kazandıracaktım!
(…) O günden sonra aradan otuz beş yıl geçti. Eski dostumdan ayrıldım ayrılalı, köy okulunda öğretmen amcayım. Artık onun nerede olduğundan haberim yoktu. Arayıp soracak yüzüm de olmadı. Utanmak kötü bir şey, Allah kimseyi mahçup etmesin.
Neredeyse tamamen aklımdan çıkmıştı. Bunu bilmeniz gerek, şimdi dişlerimin çoğu döküldü, hissettiğim kadarıyla bunun yaşımla da hiç alakası yok, dişlerime ne olduysa o rezille kavga ettikten sonra oldu… Önce biri düştü sonra diğeri çürüdü. Sonra bir başkası karardı, çürüdü. Şimdi de çenemde bir iki tanesi ya kaldı ya kalmadı. Yaşlanıyorum herhalde, bu yaşta da diş mi çıkarılır diye bazen laf atanlar oluyor! Çıkarılır diyorum, niye çıkarılmasın, artık her şey gibi dişlerin de ömrü kısaldı. Vaktiyle insanlar yüz yirmi, yüz otuz yıl yaşarlardı, zaman gelecek, yetmiş yıl yaşayana kahraman gözüyle bakacaklar.
Utandığım için bu güne kadar başıma gelenleri bir kişiye bile anlatmadım. Ama artık öğrenciyken kavga ettin mi yoksa etmedin mi diye bana soran da kalmadı! Herhalde bu konudan söz etmemem yüzünden nasıl bir şey olduğumu az çok anladılar. Gel gör ki şu an bile hâlâ aynı düşünceye sahibim: O zamanlar gürültüye toplanıp gelip de bizi aralayanlar olmasaydı, avarenin gırtlağını sökmüştüm. Dersini nasıl vermem gerektiğini iyi biliyordum. İyi kurtardı canını.
YOLCU
Sormadıkları dükkan kalmamıştı, özetle hepsinden eli boş döndüler. Her yerde biribirine benzer cevaplar alıyorlardı:
– Millet evladını toprağa vermiş, ondan söz etme ama “Bu nasıl şehir, bir balık bile bulunmuyor,” diye söylen öyle mi!
“Neyse ney,” diyerek çaresiz; durumu kabulleniyor fakat oradan çıkar çıkmaz başka bir dükkana girmekten de kendini alıkoyamıyordu.
“Koca şehir, bin tane sapağı var, burada bulamadığın bir şeyi hemen yanındaki duvara sırtını vermiş komşu dükkandan bulabilirsin belki. Kıtlık da çıkmadı ki bir hafta içinde her şeyi silip süpürsünler!” diyordu. Gerçi ona göre de her yer birbirine benziyordu: Buzdolapları bomboştu, raflarda tuzlanmış, avcarlanmış alabalıktan, rengarenk konserve kutularından başka bir şey göze çarpmıyordu. Allah bilir o da ne zamandan kalmıştı!
Sonunda eli boş bir halde çarşının çıkışına park ettiği arabasının yanına döndüğünde şöyle dedi: “İyi, akşamı da ettik, balık soranın gözünü çıkarıyorlar.”
“İyi bakalım,” diyerek aldıklarını karıştırıp, onları arabaya yerleştiren karısı ümitsiz bir şekilde dillendi: “Ne işe yaradı şimdi! Başka zaman sokaklar balıkla dolu olurdu. İnsanın gözüne sokuyorlardı.”
– Rüzgar var o yüzden. Bir haftada üç balık teknesi batmış, cenazeleri bulunamadı. Bütün şehir yas tutuyor. Herkes onlardan bahsediyor.
“Canlarım benim, zavallı kuzular. Hem de bir değil üç!” diyen kadın hiç tanımadığı adamlar için ah vah ederek biraz sonra hemen konuya döndü: “Şimdi ne diyeceğiz annene!”.
“Ben de şaşkınım.” Arabayı çalıştıran Habip -motoru mu ısıtıyor yoksa karar vermek için mi aklından bir şeyler geçiriyordu bilinmez- epey düşünüp taşındıktan sonra dört yol ağzına değil, demiryolu istasyonuna giden tarafa doğru çevirdi arabanın yönünü. Bu sırada kendi kendine de kızıyordu, önce annesinin ricasını yerine getirip, kalan bütün işleri sonraya bırakması gerektiğini düşünüyordu. “Demek ki…” diyordu, önceliğini değiştirmenin bir faydası olmadığı yeni yeni anlaşılıyordu. Böyle yapmamış olsaydı, iki arada bir derede kalmayacakları kesindi. Niye önce çarşıya gitmişlerdi, oradan çıkıp elektronik aletlerin olduğu dükkanlara uğradılar, karısı ufak tefek alışveriş yapana kadar o da zaman kaybetmeyerek berberde saçını sakalını düzelttirdi. Çocuklara defter, kitap, kalem malem almaları gerekti, annesine ilaç, merhem, komşu Seyfullah’a löküs gömleği… Bunları daha sonra yapsalardı ne vardı! Bir