Herkes, onların kadına, yaşlıya, çocuklara bile acımadıklarından ama özellikle de gençleri göz kırpmadan öldürdüklerinden söz ediyordu. Ne olursa olsun, sadece halamı başka bir ülkeye satmasınlar diye içimden yalvarıp yakarıyordum Allah’a. Bu yüzden de orada güzel kızların görüntülerinin kaydedildiği haberi beni çok sarsmadı.
Yalnız her defasında, halamın şimdi nerelerde olduğunu düşündüğümde, neredeyse aklımı yitirecek gibi oluyordum. Hep, eğer halam iki oğlunu, genç kocasını yakıp kül ettiklerini ama onu affettiklerini söylese diye ümit ediyordum. Zaten daha ne gelebilirdi ki başına.
O sıralar, kesin halam bir sebepten bunları söylemeye çekiniyor diye onu kınıyordum, belki de kendini üzmek, alçaltmak istemiyordu, o yüzden…
Eskiden beri mağrurluk vardı haysiyetinde.
Tahminen bir buçuk ay geçti böylece ve bir gün halamların düşman esirleriyle takas edileceği hakkındaki mutlu haber köye ulaştı.
Gizlice haber getiren adam, düşmanların ne kadar para istediklerini de söylemişti. Bu, aslında kadınlar için göz önünde bulundurulmuştu. Babam bu sözü duyduğu andan itibaren varlığıyla yokluğu bir olmuştu. Habere sevindi mi yoksa tam tersi mi anlaşılmıyordu! Ama annemin ona nasıl dil döktüğünü gördüğümde her şeyi anladım. Belki de o, babamın kafasının karışık olduğunu görünce böyle par tutuş olmuştu. Çünkü babamın ne eveti evetti, ne de bir şeye kesin; hayır derdi. Allah şahit, annemin bu işin sonrasında ince eleyip sık dokumasında hakkı vardı. İş işten geçtikten sonra babamı suçlayarak günahı onun üstüne yıksaydı, o zaman daha kötü olurdu! “Yarın, Elhan parasına kıyamadı derlerse, artık o zaman vebali bizim boynumuza değil mi?” Tahminime göre annemin bu sözünden sonra babam, “İyi ya da kötü, herhalde bacı bizim bacımız ve kim olduğu ne olduğu önemli değil, bacım için gerekli sorumluluk şüphesiz benimdir,” diye düşündü. Sonra uykum geldi, konuşmanın devamına tanık olamadım. Sabah olduğundaysa, evdeki beş tane büyük baş hayvandan, avluda sadece bir tanesinin kaldığını gördüm.
Babam, halamın peşinden komşu ilçeye, esirlerin takas yapılacağı yere gittikten sonra annem Abdülali’nin ömrü uzasın diye epey dua etti ve “Kaç paraya verirlerse versinler, bu cenderede inekleri Abdülali’den başkası o paraya almazdı,” dedi. Şimdi de sınırın diğer tarafındakilerle ilişki kurmuş, kadın gibi gıybet yapmayı seven bu felaket tellalcısına karşı, içimde birdenbire garip bir minnettarlık duygusu yeşerdi, ama bunun kalıcı bir şey olmadığını biliyordum.
Babamlar üç gün sonra geri döndü. Halam öyle bir hale gelmişti ki onu tanımak için tahminen yarım dakika kadar onu dikkatle süzdüm. Bir zamanlar nazlı nazlı yürüyüşüyle kalpleri çarptıran halamın, babamın arkasından kaba ve biçimsiz bir şekilde aksayarak geldiğini görmem; buna sebep oldu ve olduğum yerde öylece, bir kahır aldı beni… Şaşkın bir halde birbirimize sarıldık. Halam hüngür hüngür ağladığında, galiba onun neden böyle olduğunu anlamış gibiydim. Köy halkıyla korka ürke konuşmuştu. Sonra onu yanımıza alıp eve götürdük.
Kadınlardan biri onun koluna girmişti ve herkes sessizce iç çekiyordu. Ben bunun mutluluk yüzünden olmadığını kesin anlamıştım. O gün Ferruh amcayla Gülbuta teyzeyi de kurtarmışlardı ama nedense, neredeyse bütün köy bizim eve toplanmıştı.
Sürekli sorular soruyorlardı halama. Onları yakaladıktan sonra nereye götürdüklerini, işkence yapıp yapmadıklarını, alıkoydukları yerin nasıl olduğunu, günde kaç kere yemek verdiklerini vs. Alnında, yanağında morarmalar olan halam çok bitkin görünüyordu. Birine anlattığı şeyin aynını beş dakika sonra başkasına anlatıyor, aradan on dakika bile geçmeden benzer konu yine açılıyordu. Bir şeyi on kere dinledikleri halde, her seferinde halam söze girdiğinde onların ağzı açık kalıyordu. Özellikle, onu hastanede tedavi eden doktorun Bakü’den göçüp gittiğini ve ekmeğinden olmadığını duyan kadınlar, bahsi geçen adam için methiyeler düzüyorlardı. Sonra hepsi o zamana kadar denk geldikleri iyi insanlarla alakalı birer anısını anlatmaya başlıyordu. Neredeyse halam akıllarından çıkıyordu. Halamın anlattıklarının içinde benim en çok aklımda kalan şeyler; işkence yapılan ve öldürülenlerden bahsettiği cümleleriydi. Ne kadar ağır da olsa, halamın sadece o konudaki anlattıklarını dinlemek istiyordum, çünkü bu eziyeti çekenlerin, tam son anda kurtulup da sonra kendi intikamlarını nasıl alacaklarını; bunu hangi kerametin sayesinde elde edeceklerini merak ediyordum. Gelin görün ki halam sonraları da -tam iki hafta gelip gidenimiz olmuş, misafirin ayağı eşiğimizden eksik olmamıştı- bu konuyu açtığında, nedense hiçbir keramet yaşanmıyordu… Bununla birlikte, o günlerde sanki derdimizin çoğu unutulmuştu. Bir de babamın yüzü günden güne, git gide daha çok asık bir hale geliyor, daha katı kesiliyordu. Onun bu hali, fark etmeden anneme de geçti. Halamın bunu hissetmemesi kesinlikle mümkün değildi. Sanki o da günden güne milletten kaçıyor, insanların onun hakkında iyi şeyler söylemediğini hissediyordu. Bir keresinde ayağındaki kırığı -halam kendini kayalıktan attığında olmuştu- doktora göstermesi gerektiğini söyleyince, babam yüzünü öyle bir gösterdi ki onların abi kardeş olduğuna inanmak için ninemi diriltip öbür dünyadan getirmek bile kâfi gelmezdi. Velhasıl, bundan sonra halam da ısrar etmedi. Bu hadiseden sonra zavallı kadının ağrılarına, o sonu gelmez azabına göğüs gerdiğini, derdini içine attığını anladım. Mosmor olmuş parmaklarının acısından günlerce yılan gibi kıvrandığını gördüğümdeyse, babamın nasıl bir kan emici olduğuna bir kez daha kani oldum. Ne yaparsam yapayım, halam benimle doktora gitmeyi kabul etmedi. Onu niçin hastaneye götürmediğinin sebebini sorduğumda ise babamın yüzüne sanki siyah bir tül perde iniyordu.
Bana verdiği cevap şu oldu: “Çocuksun sen, git yaramazlık filan yap! Büyümüşte bana akıl veriyor…”
Nasıl ettim bilmiyorum, bir keresinde, onun görüntülerini çekip çekmediklerini sordum halama! Şaşkınlığı yüzünden anlaşılıyordu. İnce kaşlarını öyle bir çattı ki sanki alnı küçüldü.
– Ne görüntüsü? Görüntü ne?
Benim tahminime göre, eğer gerçekten de böyle bir şey olmuşsa, bu sorum ona bazı şeyleri hatırlatmıştı. Benim bunu nereden duyduğumu da işitmemiş olamazdı. konuyu hiç bilmeyen birisinin bunu uydurması için kafasının çok iyi çalışması gerekirdi.
“Demek böyle laflar da dolanıyor ortada ha!”
Uykusunda sayıklayan insanlar gibi bir ses tonuyla düşünceli bir halde, eli koynunda pencereye doğru yürüdü.
– Abdülali söylüyor, çok güzel olan kızları filme alıyorlarmış. “Dünyanın her yerinde, şu an en çok moda olan bunun gibi filmler,” diyor. Çünkü iyi paraya gidiyormuş.
– Ama ben hiç de güzel değilim ki halası kurban!
Sokakta gidip gelenleri izleyen halam bana doğru döndü:
– Sen niye her salağın lafına inanıyorsun?
Sorusuna cevap vermeden onu öylece odada bırakıp çıkıp gittim. Aslında söylediklerim sebebiyle utanmamak için çıktım, yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim… Benim her seferinde onun hakkında bir şey duydukça, bir kuytuya çekilip nasıl gözyaşı döktüğümü, galiba o hiçbir zaman bilmeyecekti. Çünkü bunu bilmesi için o zaman öğrendiklerimin hepsini en ince ayrıntısına kadar ona anlatmam gerekirdi. Tam iki gün, halamın gözüne görünmedim. Galiba o da hiç benimle yüz yüze gelmeye heves etmiyordu. Ertesi gün, gür yapraklı tut ağacının dalına oturmuş zaman geçiriyordum. Çeşmeden su alıp dönen halamın; uzaktan gelen Seymur amcayı görerek adımlarını yavaşlattığını