(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2014)
BEN KİMİM?
Kendimle hiçbir sorunum yokken; bu ülkede yaşayan her Türk vatandaşı gibi bazen mutlu, bazen umutlu, bazen kaygılı, bazen sevinçli, bazen üzüntülü, bazen hüzünlü Yaşar giderken; Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” isimli kitabı bana bu soruyu sordurdu.
Ben kimim?
Bebeklik yıllarımda böyle bir sorunum yoktu. 5-6 yaşlarıma geldiğimde hoca mektebine göndermeye başladılar. O zaman anladım ki ben bir Müslüman’ım. Ve beni yaratan bir Allah var. Bende onun kuluyum. Sonra İlkokula başladım, adım ön plana çıkmaya başladı. Sonra yine o yıllarda andımızda söylediğimiz bir şey dikkatimi çekmişti. Benim bir de milliyetim vardı. TÜRK’ÜM diyordum. Derken Ortaokul ve lise yıllarında başka başka aidiyetlerle tanışmaya başladım. Ben bir insandım. Ülkeme ve milletime karşı sorumluluklarım vardı. “Ot gelip, ot gidemezdim bu dünyadan”
İşte o yıllarda “enternasyonalizm”le tanıştım. Sonra “Türk-İslam Sentezi” Aslına bakarsanız ikisine de sempatim vardı. İkisi de hoş geliyordu ama bir tercih yapmak zorundaydım! İkisine birden bağlı kalamazdım. Öyle öğütlüyordu büyüklerim! Tıpkı insanın tek dine inanması gerektiği gibi. İki dine inanamazdı insan. Sahi, iki dine inanan, iki ideolojiye sempati duyan insan olamaz mıydı? Sadece, bir siyasal tercihim olmalıydı. İçerisinde bulunduğum coğrafyadaki siyasal tercih benim de tercihim olmuştu. Artık ben de bir siyasal insandım. Ama içimde bazen enternasyonalist, bazen de ülkücü oluyordum. Kimse bilmiyordu tabii. Ben empati yapmayı da o yıllarda öğrendim.
Üniversite yıllarımda siyasal tercihlerimde bazı değişiklikler gözlemlemeye başladığımda dünyada mutlak doğru olmadığını da anlamıştım. Herkesin kendi doğruları vardı. Sosyal bilimlerde iki kere iki dört etmiyordu. Beş de altı da ediyordu. Her ideoloji kendi inananı için doğru önermeler getiriyor, doğru çözümler sunuyordu. O yıllarda; taktığım at gözlüklerimi de parçaladım. İşte o zaman İsa ya da, Musa’ya da yaranılmadığını öğrendim. Ama benim İsa ile de Musa ile de bir derdim yoktu.
Sonra konjonktüre göre insanların ve toplumların aidiyetlerinde değişiklikler olduğunu gözlemlemeye başladım. 1970’lerin Türkiye’sinde sola oy veren büyük kentlerin varoşları 2000’lerin Türkiye’sinde kendini daha çok dini kimliğiyle tanımlayan bir partiye oy veriyordu. Buralarda 70’lerin sol kimliği 2000’lerde İslamcı bir kimliğe bürünüyordu. Burada yaşayan insanlar önceleri kendilerini solcu olarak tanımlarken sonraları Müslüman olarak tanımlamaya başlamışlardı. Şimdiler de ise bu bölgelerde kendilerini önce Türk sonra Müslüman olarak tanımlamaya başlayanların hızla çoğaldığını görmekteyim.
Bende de öyle değişiklikler olmadı değil, bir ara içimde hep var olan liberal kimliğim ön plana çıktı, bir ara Türkçülüğüm. Bir ara yaşananlara İslamcı bir kimlikle tepki verdim. Sonra solcu kimliğim depreşti birdenbire.
Bu kimlik geçişlerim çelişki miydi? Kimilerine göre öyleydi elbette. Yine kimilerine göre bir siyasal kimlik oluşturamamıştım. Hayır, çelişki değildi bence. Hani demiştim ya lise yıllarında empati yapmayı, üniversite yıllarında mutlak doğru olmadığını öğrenmiştim. Ha bir de üniversite yıllarında at gözlüklerimi çıkarıp atmıştım bir kere…
Söyle bir düşünüyorum da kendi kimliğimle tanımlayabileceğim ne çok aidiyetim var. Müslüman’ım, Türk’üm, Türkçe konuşuyorum, geçmişi beş yüzlü yıllara inen bir ailenin mensubuyum, bir meslek mensubuyum, bir kamu kurumunda çalışıyorum, sosyal bir çevrenin mensubuyum, mülkiyelim, birçok dernek üyesiyim, bir arkadaş grubum var, Ankaralıyım, Kazan ilçesindenim, Fenerbahçeliyim. Bunu daha da uzatır giderim. Ama bunların hepsi benim aidiyetlerim.
Maalouf’un dediği gibi, benim de bu aidiyetlerimin hepsi aynı anda ve aynı derecede önem taşımıyorlar tabiî ki. Ama hiç birinin de anlamsız olduğunu düşünmüyorum. Bu aidiyetlerimin çoğunu yaşamım boyunca edindiğim gerçeğini de reddedemem. Doğuştan gelenleri de var tabii…
Hani Maalouf kendi kimliğini tanımlarken “… Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir dozda onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş bir kimliğim var.” diyor ya, aynen öyle bende de.
Benim de yeryüzünde yaşayan her insan gibi, diğer insanların hiç birine benzemeyen bir kimliğim var. Ama empati yaparak, diğerlerini ötekileştirmeyerek, “Benim kimliğim karşımdaki kimlik yaşadığı sürece yaşar.” mantığı içerisinde at gözlüklerimizi çıkararak dünyaya bakabildiğimiz zaman; daha hoşgörülü, daha insan ve kişi haklarına saygılı, daha güzel bir dünya kuracağımıza eminim ben.
SORULAR
İnsanoğlunun var olduğundan günümüze kadar geçen binlerce yıllık tarihinde sürekli bir yönetme içgüdüsü taşıdığına inanırım. Her ne kadar bu yönetme içgüdüsünün şiddeti bebeklik, gençlik, orta yaş ve yaşlılıkta farklılıklar gösterse de beyninin bir yerlerinde birilerini, ailesini, nesneleri, yaşadığı kenti, ülkeyi dahası dünyayı yönetme dürtüsü her insanda değişik dozlarda da olsa var olduğu gerçeğini görmezden gelemem ben.
Yönetme dürtüsü insanoğlunun doğuştan gelen bir özelliği olduğuna göre; bu bende neden gelişmedi? Neden kaçar oldum yönetmekten? Neden verilen yönetsel görevleri reddederim? Neden kendimi bu konuda özürlü bir insan olarak hissederim? Bir kurumu, bir şirketi, yönetenlerden neyim eksik? Bilgi birikimim mi yetersiz? Sabır ve hoşgörüden mi yoksunum? Gerektiğinde hayır diyebilme duygusu bende gelişmemiş mi? İnisiyatif almaktan mı korkuyorum? İnsanları yönlendirme yetim mi yetersiz? Basiretsiz bir insan mıyım? Olaylara ve insanlara bakış açım mı farklı? Kendime yeteri kadar güvenmiyor muyum? Yoksa yoksa ben bir korkak mıyım? Belki de kendimi yönetici olacak kadar özgür hissetmiyorum, kim bilir. Belki de evet efendimci olmaktan kokuyorum. Kim bilir belki de sorumluluktan kaçıyorum? Yaralarla dağlanan kişiliğime, muzdarip karakterime uygun düşmüyor belki de.
İnsanları, kurumları yönetmek neden zevk vermiyor bana? Off ne biçim bir insanım ben?
İnsanları hep ucu açık değerlendiririm. Hiçbir insan hakkında kesin yargıya varmadım. Bir insan; yetiştiği ortama, oradaki geleneklere, göreneklerine, ailesinin kültür seviyesine, inançlarına ve aldığı eğitimin kalitesine, arkadaş çevresinin etkilerine, okuduğu kitapların yönlendirmesine, çalıştığı mesleğe, edindiği sosyal statüye göre bir kişilik geliştirir. Bir düşünce sistemi, bir davranış biçimi oluşturur, böylece insan. Değer yargıları şekillenir, inançları oluşur. Bir insan hakkında kesin yargıya varmak için o insanın hayatının bütün evrelerini iyi bilmek gerektiğine inanırım ben. Benim de davranış kalıplarım, inançlarım, değer yargılarım, düşüncelerim böyle oluşmadı mı? Peki neden yönetme dürtüsünden sürekli kaçıyorum? Yoksa yönetilmekten hoşlandığım için mi bu kaçış?
İnsanın yönetmesi için her şeyi bilmesi mi gerekli? Yoksa istediği bilgiye nasıl ulaşacağını bilmesi yeterli mi? Bir sonunun çözümünün, bir projenin uygulanmasının en iyi yöntemini; en az maliyetle, en kısa sürede nasıl gerçekleştirileceğini bilmesi mi? Yoksa çalışanlara çeşitli yöntemlerle istediğini yaptırabilmek yetisi mi? Yoksa deneme yanılma yoluyla doğruları bulmak mı? Acaba hata yapma lüksüne sahip olmak mı yönetmek? Bağırmak, kızmak mı? Yol göstermek mi? Sevecen bir yaklaşımda bulunmak mı? Yoksa doğuştan gelen Allah vergisi bir yetenek mi? öğrenilebilir, geliştirilebilir bir olgu olabilir mi yönetmek?
İnsanlar; düzensiz, kanunsuz, devletsiz,