Başka diyarlara gideceğime, bir başka boyuta geçeceğime göre korkmadan, düşünmeden yaşamak… Normal bir günümü yaşar gibi yaşamak! Sonra bir şey hissettirmeden babam gibi ayakta veda etmek isterim.
Kevser Irmağının kenarındaki bahçelerde ne kadar güzel dişlenecek meyveler vardır kim bilir? Bu meyveleri dişlemek için düşlemek yeterdi üstelik. Orada soyut ve somut varlık âlemi, iç içe girmiş, birbirini peçelemiş! Hem ölüm, ne kadar albenili, davetkar ve lütufkardır buradan.
Gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden”
Tıpkı Yahya Kemal’in söylediği gibi gidenler memnun! Ölüm davetkar! Kalanlarsa elemli.
Düşlediği elmayı anında dişleyebilenler bu seferden hiç döner mi?
Ölüme kafa tutmayı, onunla dalga geçmeyi bilmeli insan. Mevlana gibi sevgiliye kavuşmak için ölümü dört gözle beklemeyi de. Büyük Şeb-i Arûs heyecanı yaşamalı her insan.
Bazen kazananlar kaybeder bu dünyada, bazense kaybedenler kazanır… Tıpkı ölüme kafa tutmayı bilenler, ona gülümseyerek gidenler gibi. Kendi içinde garip bir diyalektiktir hayat, içinde nice anlamların saklı olduğu çelişkilerin ve tereddütlerin âhengidir.
Seni elemlerinle rıhtımda bırakmayı, sevgilime kavuşmayı ne çok istiyorum ah bir bilsen…
Bir günüm kalmış, ölecekmişim!
Doktor öyle söylüyor.
Söylesin, hazırım ben.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2014)
BAHAR
Tepesinde kocaman leylek yuvası olan bir pelit ağacı vardı, bir asırdan beri başını yere eğmeyen bu ihtiyar delikanlı bütün yaz boyunca bir çift leyleğe ev sahipliği etmenin onurunu yaşardı. Çocukluğumda baharın geldiğini leyleklerden anlardım. Pelit ağacının tepesindeki yuvalarında bu kırmızı gagalı kuşu gördüğümde dünyalar benim olurdu. Hani leylek kışı derler de hafiften bir kar yağar, bir de bol ayaz olur ya leyleklerin gelişiyle o da giderdi köyümüzden.
Leylekler getirirdi o zamanlar baharı dünyama, tıpkı çocukları getirdiği gibi.(!) Hem sadece bahar mıydı o? Ahmet Haşim için yazın ta kendisiydi. “Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı sese dönüşmüş bir sıcak temmuzdur.” Der, o.
Oturduğum odanın penceresinden görünürdü bahar. Baharla komşuluk etmek ne büyük saadetti benim için. Hele gagasının takırtıları! Dünyada kaç orkestra çalabilirdi o melodiyi bilmem ki! Ahmet Haşim “Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, adeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.” diyor ya demek ki her insan; genç ihtiyar, çocuk demeden aynı hisleri besliyor baharla gelen bu misafire…
Leylek leyleklekirdek
Hani bana çekirdek
Çekirdeğin içi yok
Süleyman’ın suçu yok
Bazen koro hâlinde bütün çocuklar, bazense tek başıma bağıra bağıra söylerdim bu tekerlemeyi, mutluluk denizinde doyasıya yüzerdim o zamanlar!
Bahar bir uyanıştı, taze bir başlangıç, dünyaya yeniden merhaba demekti. Hüznün ölümü, sevincin doğuşuydu benim için!
Yine bahar gelmişti işte! Çiçekler, böcekler, ağaçlar, kuşlar, atlar, inekler ve insanlar bilumum nebatat ve hayvanat kıpır kıpır, yerinde duramıyor, süsleniyor kendi meşrebince, sevişiyor, ürüyor, arsızlaşıyor, şımarıyor, büyüyor, serpiliyor…
Ben baharımı seneler önce yaşadım. Gençlik de bahar değil mi? Ama yine de her yıl bu mevsimde yeni bir ümit, yeni bir heyecan, yeni bir yaşama sevinci yeşerir yüreğimde; bir başka sarılırım dünyaya, bir başka bakarım hayata, baharı görünce…
“…
Eğil bir daha, bir daha
Uçarı bir kuş can değil
O akan kan bu kan değil
der ya Ali AKBAŞ, her ne kadar yüreğimde yaşama sevinci yeşerse de hayata bir başka baksam da damarlarımda akan kanın gençliğimde akan kan olmadığını da iyi bilirim ben de. Ama yinede leyleklerin yeniden gelmesini dört gözle beklerim!
“…
Leylekler,
Ulu kuşlar,
Ne olur, katar katar
Gidenleri getirin
Kırmızı gaganızda
Belkide yaşıyorlar
Uzak bir yıldızda
Getirin bu bahara
Akbaşın beklediği gibi beklerim!
Bir gün baharın kanadı kırıldı, benimde gönlüm. Hemen dedeme götürdüm. Yarasına pansuman yapıp bir güzelde sardı dedem! Bahar sakini oluverdi köyümüzün. Sokaklarımızda yavaş yavaş gezer, başını bir sağa, bir sola yatırır, gagasını göğe diker, gözlerini yumar açar, açar yumardı; gökyüzüne bilgece bakardı. Gökyüzünde süzülememenin hüznünü yaşardı o zamanlar bilirim.
Hazan mevsiminde yaprakların sararmasıyla birlikte gönlümde sararırdı benim. Artık bahar da terk ederdi köyümüzü. Teselli etmezdi içimizi hazan mevsiminin yeşili. Hüzün verirdi güz kızılı. Baharı da teselli etmezdi belli, bilirdik ayrılık mevsimi.
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp gitti” bahar, Barış MANÇO’nun “Gülpembesi” gibi…
YAZMAKTAN KORKARIM BAZEN
Ben kendim için yazarım yazılarımı. Okurum dolarım. Dolarım yazarım. Bütün canlılar da aynı değil midir? Bir kiraz ağacı önce kış boyu güç toplar, topraktan gerekli besinleri alır baharı çiçekle karşılar. Sonra yaprakla dolar, daha sonra meyve olur kızarır. İnsanlar, kuşlar ve arılar kendi meşrebince taşlar onu. Birileri yesin diye mi meyve veriyor o? Hiç sanmıyorum ben. Bütün evreleriyle hayatını yaşıyor, tıpkı insan gibi. Hiç başkaları için çocuk yapar mı insan?
Hikmet BİRAND, bir arının ayaklarıyla başka bir çiğdemden getirdiği sarı tozları çiçeklerine sürdükçe “Artık benim de düğünüm başlıyor.” diye konuşturur çiğdemi. Tohumlarım sağlıklı olacak, soysuz olmayacak diye sevinir kendince.
Hoşuma giderse, zevk alırsam yazdıklarımdan kelebekler gibi dans ederek uçarım hayal dünyamda.
Yazarım da yazarım! der ya aynen öyle.
“Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!”
Dünya kan kaybederken, insanlar ağlarken; Orhan Veli’nin “Cımbızlı Şiir”indeki gibi elimde cımbız ve ayna ile dolaşanlardan olamam ben. İnsanlar aç yatarken ben tok yatamam. Savaşlar, haksızlıklar, açlık umurumda değil, diyemem, Dünyayı anlatmak gibi bir derdim yok, diyemem. İnsanların kurduğu karmaşık ilişkiler elbette ilgilendirir beni.
Ama yine de Başkaları bir şey öğrensin diye yazmam, yazamam ben. O işi bilim adamları yapsın. Toplumun geleceği ve refahı için projeleri siyasetçiler yapsın. İşim olmaz o sokaklarda.
Benim derdim kendimle; kendimi tanımak, anlamak için yazarım ben.