– Cedit hareketi: Çolpan, bilindiği gibi kendisini şöhrete eriştiren eserlerini Cedit hareketinin hüküm sürdüğü 1910-1920’li yıllarda vermiştir. Rusya’daki 1905 ihtilal ve meşrutiyet hareketinden sonra Türkistan’da edebî sahada dil, şekil ve muhteva bakımından Türkiye’deki millî edebiyat cereyanına paralel bir anlayışla eserler verilmeye başlanmıştır. 1920’li yılların sonuna kadar devam eden bu dönemde teşekkül eden edebiyata Cedit edebiyatı denilmektedir. Hayatın bütün cephelerinde yenileşmeyi, çağdaşlaşmayı hedef kabul eden Cedit hareketinin ihtiva ettiği hususlar, bütün edebî eserlerin merkezini teşkil etmiştir. Cedit hareketinin âdeta bir hikâyesi olarak kaleme alınmış olan romanda ele alınan, işlenen bütün olaylar, Cedit hareketinin sınırları dâhilinde değerlendirilebilecek olaylardır.
Romanda bazen ima yoluyla, bazen de açıkça telaffuz edilmek suretiyle Ceditçilikten ve Cedit hareketinden söz edilmektedir. Çolpan, Ceditçi bir şair ve Ceditçi bir yazardır. Türkistan Cedit edebiyatının en tanınmış temsilcisi olan Çolpan’ın Ceditçilikten ne anladığı hiç şüphesiz bizim için önemlidir.
Yazar, romanda bir münesebetle Ceditçiliği de kısaca açıklamaktadır: “Cedit denilen şey, ‘yeni’ olsa gerek. Ülke içinde yeniliği yaymaya çalışıyorlarmış. Yeni okuma, yeni mektep, yeni örf-âdet, yeni kıyafet, her şey yeni…”
Yazar, Ceditçilik hakkındaki düşüncelerini esasen romanın merkez şahsiyetlerinden biri olan Miryakub’un trenle Moskova’ya seyahat ederken tesadüfen tanıştığı şık elbiseli Taşkentli genç bir tüccar olan Şerefüddin Hocayev’in ağzından dile getirmektedir. Rusça gazeteleri de okuyabilen bu genç adam, Ceditçilerin önde gelenlerinden biridir. Şerefüddin Hocayev, Miryakub ile sohbet sırasında Rusya’da çar idaresini devirerek yeni bir hayat kurma iddiasındaki Bolşeviklerle/Sosyalistlerle Türk Dünyasında yenileşmeyi gerçekleştirmeye çalışan Ceditçilerin birbirlerinden çok farklı olduklarını izah etmeye çalışır. Sosyalistlerin halka verdiği mesajlar şundan ibarettir: “Padişah(çar)ı da kov, makam sahiplerini de kov. Muhafızları yok et, jandarmaları öldür, savaşı durdur, zenginlerden arazilerini, fabrika sahiplerinden fabrikalarını, dükkân sahiplerinden dükkânlarını elinden alıp, halka ver.” Onların “halk” dedikleri de aslında “kara halk”, yani ayak takımı olan “baldırı çıplaklar”dır. Buna göre, “ülkeyi de onlar idare etmelidir. Hâlbuki Ceditçiler mülkiyete düşman değildirler. Bilakis zenginlerin istihdamı artırıp millî sanayiyi geliştirmeleri ve Türkistan halkına yeni iş imkânları sağlamaları gerekmektedir.
Ceditçi genç, Miryakub’a evvela “millet” sözünü öğretir, onun milliyeti idrak etmesini sağlar. Rusya’nın Türkistan’ı “müstemleke” olarak gördüğünü, bu sebeple Türkistan’a iyi idareciler göndermediğini ve sömürdüğünü izah eder. Sözün burasında Türkistan’ın bir “sağmal sığır” yerine konulduğunu belirterek şöyle devam eder: “Bizim tatlı sütümüz var, Ruslar ve diğer ecnebiler bizi emiyorlar. Sadece bizi değil. Bakınız Hindistan, Doğu Türkistan, Tunus, Cezayir, Mağribistan, yani Marakeş… Mısır da İngiltere’nin eline geçip bitti. Şimdi yavaş yavaş Türkiye’yi bölüyorlar. Bütün İslam âlemi, Müslüman ülkeleri birer birer ecnebilerin eline geçiyor. Bakınız İran’ı, bir taraftan bizim İvanlar, diğer taraftan ‘hilekâr İngiltere’ kendi nüfuzları altına aldılar.”
Taşkentli Ceditçi, dünyadan haberdar olmak için Orenburg’da, Kazan’da, Ufa’da, Bakü’de, Astrahan’da ve Moskova’da çıkarılan gazetelere ve bilhassa Bahçesaray’da yayımlanan Tercüman gazetesine abone olunup dikkatle okunmasını tavsiye eder. Hemen bunun arkasından Tercüman gazetesinin “Dilde, fikirde, işde birlik!” şiarını zikreder; “yani biz Müslümanlar, Türk halkları, bir dil ile konuşalım, bir fikirde olalım, beraber iş yapalım” dediğini naklederek “Bundan iyi ne var?” sorusunu sorar.
Duydukları karşısında şaşkına dönen Miryakub sonunda Türkistan’daki acı gerçeği itiraf eder: “Dün ben ‘cedit’ sözünü duyunca, belim uyuşuyordu. Yurdumuzun büyük, itibarlı, akıllı adamlarının hiçbiri ceditçilerden hoşlanmıyordu. ‘Cedit’, kâfirin şiddetlisi, diyordu Şehabiddin hoca, gazete okuyan bir mollayı medreseden rezil ederek kovmuştu. Şehirdeki büyük zengilerimiz ise onlar hakkında ‘acemiler’, ‘piçler’ demezse, konuşamazdı. (…) Eğer ceditçi böyle olursa, ben de ceditçiyim…”
Türkistan’a gönderilen idareciler, Rusya’nın ilk işgal yıllarından itibaren başta pamuk ve tahıl olmak üzere Türkistan’da üretilen bütün tarım ürünlerini, madenleri ve ele geçirdikleri her türlü tarihî eşyayı ve eski yazma eserleri toplayarak, gasbederek veya çalarak, yine işgalin ilk yıllarından başlayarak Rus toplumunun en aşağı tabakasını oluşturan mujikleri Türkistan’a nakleden trenlerle Rusya’ya taşımışlardır. Böylece Rusya’daki müze ve kütüphaneler Türkistan’dan kaçırılan eserlerle doldurulmuştur. Taşkentli Ceditçi genç, Kaymakam’a menfaat karşılığında yazma eserler hediye eden Miryakub’u bu konuda ikaz ederek eserlere sahip çıkılması gerektiğini anlatır. Bu eserlerin Ruslara teslim edilmesi, millete ihanet demektir. Rus Kaymakam, yerli halkın dil ve edebiyatını çok iyi bilen bir memurdur. “Bilhassa Fars dili ve edebiyatını iyi bilmekte, Türkistan tarihine ait yazma eserleri her ne suretle olursa olsun” elde etmeye çalışmaktadır. Taşkentli Ceditçi genç, bilhassa eski nadir eserlere Türkistanlıların sahip çıkmalarını ve bir millî kütüphane kurulması gerektiğini anlatır.
Sohbetin ilerleyen kısımlarında Taşkentli genç Ceditçi, eğitim konusundaki görüşlerini de kısaca izah eder. Buna göre, ilk eğitimi Rus mekteplerinden başlatmak doğru değildir. Çocuğu önce millî mekteplere vermek gerekir. “Onu önce millî duygularını geliştirip, kendi milletini tanıdıktan sonra Rus mektebine vermek gerek ki, hüner ve marifetle, ihtisasla ilgili ilimleri okusun. Ondan sonra Almanya, Fransa, İngiltere memleketlerine, hatta dünyanın öbür tarafındaki Amerika’ya gönderip okutmak gerek…”
Taşkentli genç, varlıklı bir kişi olan Miryakub’a yine eğitimin öneminden söz ederek, “millete hizmet ediniz, gaflette kalan halkı uyandırınız, yeni mektepler açınız! Balalarınızı yeni usulde okutunuz.” tavsiyesinde bulunur.
– Rusların Türkistan Türklerine bakışı: Ruslar, Türkistan’ı işgal ettiği 1860’lı yıllardan itibaren yerli halkı daima küçümsemiş, Türkistan Türklerine hâkim millet olarak aşağı insan nazarıyla bakmıştır. Bu anlayışın eseri olarak hemen bütün şehirlerin yanıbaşında sadece Rusların girebildiği yeni şehirler inşa etmişlerdir. Romanda şehir adı zikredilmemekle birlikte böyle bir uygulamanın olduğundan söz edilmektedir. Şahsi münasebetlerde de bu istihfaf edici tavırlar her zaman belirleyici olmuştur. Romanda, olayların merkezindeki Miryakub’dan söz edilirken bu hususa dair şu ifade ile karşılaşıyoruz: “Nihayet bir mühendisin bir iki defa Sartları küçümsemesi Miryakub’u bu kadar huzursuz eder mi? Hayır, öyle küçümsemeler her zaman mevcuttu! Hepsinden huzursuz olacak olursa, Miryakub biçare dört günde çıldırmaz mıydı? Hayır, hayır! Küçümsemeler o anda unutulmuş, geçen seneki kar gibi eriyip yok olmuş, bahardaki yağmur gibi eseri bile kalmamıştı…”
Yazarın romanın kaybolan ikinci kısmında, yani “Gündüz”de olaylar zincirini devam etirerek Türkistan’ın istikbaline dair ümit ve hayallerini devam ettirdiği söylenebilir. “Gece”