Mesele şu ki, Fehri yoldaşın birkaç kız çocuktan sonra dünyaya gelen Ferdinand adında dört yaşında bir oğlu var. Hemen hemen her mecliste şanslı baba bu oğlunu yanına alarak oturur. Sohbet başladığında, ilk kadehlerden misafirlerin yüzlerine pembelik yayılarak gözlerinin parlamasına vakit olmadan, Fehri yoldaş oğlunun zekiliği ile övünmeye başlar. Böylece koca kafalı, semiz yanaklı Ferdinand sohbetin odak noktasına dönüşüverir. Çocuk, anlaşılan o ki, bu durumu zor karşılar, – o, dudağını büzüp misafirlere sıkılarak bakıp oturur. Misafirler ise çocuğa gülümsemeye çalışarak bakarlar, babanın sözlerini onaylayan biçimde kafa sallayıp dururlar, zaman zaman “Öyle mi ha? Bak sen şuna!” diyerek merak etmiş de olurlar ya da yapmacık bir hayranlık ile “Ha, Ferdinand – Ferdinand o!” – deyiverirler. Fehri yoldaş buna çok keyiflenir, gururlanarak çocuğun başını okşar ve onun tabağına tekrar tekrar şekerlemesini, bisküvisini, elmasını, turtasını koyar. Artık biri: “Ferdinand Fehriyiviç babasını da geçer artık!” – deyiverirse, şanslı babanın başı neredeyse göğe değer, – odayı çınlatarak gülmeye başlar o. Elbette sever o oğluna “Ferdinand Fehriyiviç” diye seslenilmesini.
İşte bundan sonra mutsuz çocuğun durumu daha da zorlaşır. Övmek ve övünmek coşkunluğuna teslim olan baba, gözü neye takılırsa, onu göstererek sormaya başlar:
–Oğlum, bu ne?
–Vazo.
–Ne vazosu?
–?
–Haydi , haydi, söyle – sen biliyorsun ya! Çin vazosu mu acaba?..
–Çin vazosu.
Fehri yoldaş, “Duydunuz mu?” der gibi, kaşlarını kaldırıp misafirlere bakar:
–Çin vazosuymış, hı? Çit kazığına geçiriliveren yoğurt çömleği değilmiş o. Moloděts2 oğlum, her şeyi tanıyıp biliyorsun. Peki bu, bu nedir?
Baba masadaki sürahiye dokunarak gösterir. Ferdinand misafir geldikçe görüp karşılaştığı bu şeye düşmanca bakarak uzunca bir süre konuşmadan durur.
–Haydi, haydi, söyle, nedir o?
–Kristal, – der çocuk.
–Kristal sürahi o, oğlum! Oyuk burunlu çaydanlık değil, bil!
…Çaresiz çocuk vakit geçtikçe daha da üşenerek cevap verir, misafirlere de canlarının sıkıldığını gizlemek hep daha zor hale gelir. Fakat Fehri yoldaşın misafirlerin durumundan bir endişesi yoktur. Onun için, Ferdinand’ın zekiliğine şaşırarak oturmaktan daha keyifli bir şeyin olması mümkün mü ha? İşte o, misafirlerine göz kırpıverir ve çocuğa güzel damgalı bir şişeden kadehe içecek koyarak verir:
–Haydi, Ferdinand oğlum, şu şerbeti iç de bak hele, lezzetli miymiş?
Çocuk suratını asar, fakat öğretilmiş adetten dolayı, ister istemez biçimde kadehi alıp biraz içer.
–Haydi, ne içtin? – der baba. – Söyleyiver hele.
Çocuk kızarır, gözlerine dolu dolu yaş gelir, dudaklarını uzatıp konuşmaya cesaret edemeden oturur. Fakat babası defalarca ısrar edince, önüne bakarak duyulur duyulmaz biçimde:
–Mustafa, – der.
–Azıcık yanıldın, oğlum! A…a...aks… Haydi artık!
–Akstafa.3
Baba koltuğa yığılarak, keyifle kahkaha atar:
–Ha-ha-ha, hi-hi-hi. İşte sana Akstafa – Mustafa! Ekmek bozası değilmiş o, moloděts4 oğlum! İşte tabii ki zamane çocuğunun zekası, şarapları tanıyabiliyor elbette o!.. Oysa ben… ben onun yaşlarındayken karnım şişene kadar ekşi ayran içip dururdum.
Misafirlerden biri, koltuğunu sertçe iterek yerinden kalkar. Bir başka arkadaş uzun süredir tuttuğu kadehini: “Merhum babacığımın sağlığına!” diyerek içiverir. Misafirler gülüşürler, bir hanım ise hemen ona soruverir:
–Safa yoldaş, neden şimdi babanızı hatırladınız?
–Ben de bilmiyorum, Halide Hanım, – der Safa yoldaş, utanıp sıkılarak. Eli ağırdı merhumun, toprağı hafif olsun. Akstafa değil, bal rakısı bile içirmedi o bize… Büyüdük artık yine de.
Fehri yoldaş bir şey sezmiş gibi biraz sessiz kalır, sonra meseleye ciddi biri görüntüsü vermek istemiş olmalı ki Safa yoldaşa katılarak kendi çocukluğunu anlatıverir:
–Siz, ahali, yoksullukta büyümenin ne olduğunu bilmiyorsunuzdur, oysa ben biliyorum, – der o, övünerek. – Ben işte bir eksiği olmayan kıyafet, lezzetli yemek, güzel bir oyuncak görmeden büyüdüm. Şimdi Sovyetler Birliği hükümeti bana böyle geniş, bol maddi imkan vermiş ise, benim çocuklarım da canları ne isterse onu yiyip içmeliler. Ben böyle bakıyorum meseleye, bilin isterim!
Misafirler konuşmazlar, çünkü tartışmaya girmenin Fehri yoldaşı tekrardan kudurtuvermek olacağını çok iyi bilirler. Fehri yoldaş, güya aşağılanmış oğlunu teselli etmek ister gibi, ona doğru eğilerek pek tatlı biçimde sorar:
–Ferdinand oğlum, yine pasta vereyim mi?
Ferdinand ise doymuş artık, çok doymuş. Kafasını sallar. Aniden baba oğluna sinirlenir, bir pastayı tutarak çocuğun kırıntılar dolu tabağına koyar ve sert bir şekilde:
–Ye, ye, kapris yapıp durma, – der. Bir zamanlar baban da kılçıklı arpa ekmeğini pek severek yiyip durmuştu.
Yok, dostlar, doğrusunu söylemeli, pek keyifsiz geçer Fehri yoldaşta meclis. Baba acınacak halde, babadan da ziyade çocuk acınacak halde.
KÜSİYE HANIM
Eğer siz üstüne yazlık beyaz ceket giyen, başına kaz tüyü kanatlı şapka takan dolgun vücutlu kadının bir mağazanın kapısından girdiğini görürseniz, bilin ki o Küsiye Hanım’dır. Omuzları kıvrımlı, beli dar, kızılımsı paltonun geniş etekleri bir dükkanın içinde gözünüzün önünden dalgalanarak geçerse, yanılmazsınız, o da Küsiye Hanım’dır. Ayağına beyaz fötr potinler, üzerine kara kedi kürkünden manto giyen kadın büyük mağazanın etrafında gözünüze çarparsa, yanılmazsınız ki Küsiye Hanım’dır o!
Baharda yazda, güzde kışta neredeyse her gün şehrin merkezî caddelerindeki dükkanları gezip dolaşan bu hanım kimdir peki? Yaşam öyküsünü anlatmak gerekli değil, çünkü anlatılacak yaşam öyküsü yok onun. Bir zamanlar orta okulu bitirerek aldığı bir mesleği olsa da, çoktandır onu yapmayı bırakmış. Kırk yaşına yaklaşırken altı ay kadar mı ne bunda çalışmışlığı var, Tatarca okuma yazmayı bilmez, Rusçayı da elinde tuttuğu yok.
Yine de kimdir peki bu Küsiye Hanım?
–Sarmanayev’in hanımı!
Ya da yakın çevrelerinin söylediğine göre:
–Sarmanay’ın hanımı!
İşte bundan başka Küsiye Hanım’ın cemiyette çağrılan başka adı yok, yakından tanıyanlar hatta onun Kevseriya denilen gerçek ismini de cismine denk gelsin diye Küsiye5 olarak değiştirivermişler. Doğrusunu söylemek gerekirse, Küsiye Hanım’ın kendisi “Sarmanay’ın hanımı” diye