İntihar konusunda kesinlikle sağlam bir plana ihtiyacım vardı. Kesinlikle pazartesi günü ölmeliydim çünkü pazartesi gününden nefret ederdim. Pazartesi günü sıradanlığın daniskasıdır. İnsanlar otobüs köşelerinde uyuklar, öğle yemeği berbat çıkar, haftanın en yorucu günüdür… Anlayacağınız pazartesi günü ölmekle hem kendime iyilik etmiş olacağım hem de çevremdekilere çünkü pazartesi günü ölürsem cenazemi muhtemelen hafta içinde kaldıracaklar. Böylece insanlar mezarlığa gelmek için o sıkıcı işlerine ara verebilirler.
Son zamanlarda kendimi çoğu şeyden soyutladım. Sabaha dek gece kulüplerinde eğlenmiyorum ya da ibadet ederek geçirmiyorum zamanımı. Çünkü eğlenirsem mutlu olabilirim, mutlu olduğumda da ölmekten vazgeçebilirim. İbadet etmeye kalksam intiharın günah olduğunu biliyorum. Alnım secdeye her gittiğine vicdanım sümüklü bir çocuk gibi yakama yapışacak. Öyleyse eve kapanmalı, perdeleri çekmeli ve sonunda kötülerin kazandığı ne kadar film varsa izlemeliyim. Kendimi öldürme kararını almam kolay olmadı. Bu karardan vazgeçmek de kolay olmamalı.
Ölmem gereken yer Adana’nın yüz otuz dört kilometre kuzeybatısına düşen Nur Dağı geçitleri veyahut Kapuzbaşı kayalıkları olmalıydı. Böylece herkes kaza yaptığıma ikna olabilirdi. Nur Dağında ikinci geçit ile üçüncü geçit arasında sağ tarafı dere yatağı olan muazzam bir yer var. Eğer bir gün oradan geçerseniz dağların üstündeki rüzgâr tribünlerinin usulca döndüğünü de görebilirsiniz. Arabayı sağa çekip dere yatağına baktığınızda ise suyun içinde parıldayan cam kırıklarını da fark edebilirsiniz.
Hayatıma son verme kararımı aldığım için kendimle övünmüyorum. İnsan bazen yaşamın bir anlamı olmadığı hissine kaplıyor. Elbette ki bu his durup dururken ortaya çıkmıyor. Dağlar bile küçük taşlarla oluştu tahammül de böyle bir şeydir işte.
Yaşamak,
Antidepresan ilaçlarının faydasını sorgulamak,
Ve bir dizi intihar düşünceleriyle boğuşmaktır.
3
Arzu’nun kliniğinden ayrıldıktan sonra eve yürüyerek gitmeye karar verdim. Bizim Macit’in cadde üzerinde Saklısaman adında hediyelik eşya dükkânı vardı. Bir ara karın tokluğuna orada çalışmıştım. Arzu’nun kliniğine gidip gelirken Macit’in dükkânının önünden geçerdim.
Macit öyle yaralı parmağa işeyen tiplerden değildi. Kadın düşkünü zirzopun tekiydi. Uzun boylu, argoyu seven, kendinden emin, söylediklerinin aksine duygusuz ve izbandut gibi bir herifti. Kadınların onda ne bulduğunu anlayamazdınız. Ulu orta yerde herhangi bir sebebi olmadan yattığı kadınların namahrem fotoğraflarını gösterir, yatakta hangi pozisyona girdilerse en ince ayrıntısına kadar anlatırdı. Sarışın olanlar, orta yaşlılar, emekliye ayrılanlar, zayıflar, şişmanlar, üniversiteliler, depresyona girenler bir ayağı çukurda olanlar ve genellikle eşinden yeni boşanmış olanlar…
Saklısaman hediyelik eşya dükkânı olmadan önce ahşap içerikli her türlü ev gerecinin bulunduğu depoyu andıran büyük bir mağazaydı. Parkeler, mutfak dolapları, abajurlar, yatak başlıkları, kalın bloklu masalar, sallanan sandalyeler gibi gerekli gereksiz yüzlerce şey vardı.
Orada çalıştığım sıralar Saklısaman’a gelen müşterilerin çoğu evini dekore etmek isteyen yeni evli çiftlerdi. Onları dükkânın kapısından girdikleri an ayırt etmek mümkündü. Aynı zamanda iş yerine en çok onlar para kazandırırdı. Saklısaman’da çalıştığım süre boyunca patronu -ki daha sonra Macit’e Kıbrıs’taki halasından yirmi beş dönüm arsa miras kalınca arsayı satıp Saklısaman’ı aldı- hiç görmedim. Sanırım patronumuz Miami’de Mojito’sunu yudumluyordu ya da Como Gölü’nün kıyısındaki villasında sevgilisinin poposunu okşuyordu. Patronun o sıralar nerede olduğunu ve tam olarak ne yaptığını bilmiyordum ama bunun gibi şeylerle vakit geçirdiğini düşünüyordum. Ne de olsa hayat zenginler için sadece oyun alanıydı, yoksullar ve orta sınıftan insanlar ise zenginlerin oyun alanını genişletmek için çaba harcayıp duruyordu.
Macit’le olan dostluk bağlarımı kopardığım günü çok iyi hatırlıyorum. Mayıs ayının son pazar günüydü. Yol kenarındaki ağaçlar artık tamamen yeşermişti. Birkaç hafta sonra kavurucu sıcaklar gelecek ve şehirdeki insanlar yazlıklara akın etmeye başlayacaktı. Mayıs ayının son haftası ev dekore etmek için yılın en uygun zamanıdır çünkü herkes tatile gitmeden önce aklını meşgul eden işleri tamamlamak ister. Evin parkeleri değişir, çürüyen mutfak dolaplarının kapakları onarılır, eskiyen vestiyerler atılır ve yenisi alınır, eğer bahçeli bir eve taşınıldıysa iki masa ve bolca sandalye temin edilir, çocuğu olanlar yeni tip beşikler için arayışa koyulur ve tabi eve gelen misafirleri ağırlamak için on binlerce lirayı gözden çıkaran nişanlı çiftler; el alemi kıskandıracak misafir odası takımına sahip olmak için birbiriyle yarışır. İnanın bana orada çalışsaydınız yaralı parmağa bile işemeyen insanların hiçbir işe yaramayan eşyaları satın almakta ne kadar acele ettiklerini görürdünüz. Ben buna sonradan kazanılmış ahmaklık diyorum. Zekâsı ve yetenekleriyle toplumun gözüne girmeyi başaramayan insanların satın aldıklarıyla bu beklentiyi karşılama isteği.
Bir gün yeni evlendikleri her halinden belli olan çift, koyu renk masif parke almak için dükkâna gelip Macit’ten yardımcı olmasını istemişti. Macit genç çifti parkelerin olduğu kısma götürmüştü. Her şey tipik bir müşteri çalışan ilişkisi gibiydi oysa Macit’in kadına olan ilgisi uzaktan bile fark edilebiliyordu. Farklı bir ilgiydi bu Macit avını gözüne kestiren bir aslan gibi konuşuyordu kadınla. Kadının kocası parkelerin dokusunu incelerken Macit kadına bir şeyler fısıldayıp durmuştu. Kadın ise adeta Macit’e karşılık verircesine gözlerinin önüne düşen kâkülünü kulağının arkasına atıp durmuştu. Macit’le olan kısa süreli arkadaşlığımda bu tavırların ne anlama geldiğini tahmin edebilmiştim ancak Macit’in evli bir kadınla yatacağını düşünmemiştim. Bana o kadının çıplak fotoğraflarını gösterdiğinde kadını hemen tanımıştım. Kadının zavallı kocası evine en uygun parkeyi seçmek için nasıl da titiz davranmıştı. Acaba biliyor muydu karısının onu aldattığını. Ya parkeler? Yoksa yeni parkelerin üzerinde mi gerçekleşmişti bu çirkin olay. Ne kadar da acı verici, Tanrım! O günden sonra bir daha da Macit’le görüşmedim. Kabul etmeliyim ki dini bütün bir insan değilim hatta din ile aramda çoktandır soğuk rüzgarlar esiyor yine de Macit’in ve o kadının yaptığı şeytanlıktan başka bir şey değildi. Peki bu olayın meleği kimdi? İnanın bana bilmiyordum. Şu sıralar kime melek gözüyle baksam içinden bir şeytanlık geçiriyordu.
Saklısaman’a girer girmez etrafa göz gezdirmeye başladım. Ünlü ressam, şair ve bilim adamlarının olduğu ışıklı tablolar vardı bir köşede. Tablonun ortasındaki ışıklar birkaç saniyeye bir değişiyordu. Kırmızı ve mor ışıklar, hipnotize eder gibi… Tabloların hemen yanında ise çok satan kitap reyonu vardı. Yine hangi saçmalıklar çok satmıştı merak ettim. Eskiden sokak başlarında türlü türlü oyunlarla insanları gammazlayan yankesiciler olurdu. Şimdiki yankesiciler kitap yazarak söğüşlüyordu insanları çünkü böylesi daha yasaldı.
Kuşkusuz insanlığın olduğu yerde istismar vardır çünkü insanlık başlı başına istismardır. Duyguları, beklentileri, arzuları, istekleri, hayalleri, kısacası aklınıza gelecek her şeyi istismar eden; doymak nedir bilmeyen hergelelerle aynı dünyada yaşıyoruz. Kitap yazan yankesiciler bu dağın görünen yüzü. En basit tabiriyle terörizm, teröristlerden çok siyasetçilerin işine gelir. Siyasetçinin hitap gücü kuvvetliyse toplumdan onay alması kaçınılmazdır. On binlerce insanın katıldığı mitinglerde siyasetçilerin