Hayatları birer hayal kırıklığından ibaret olup üstüne de önemli hastalıklarla mücadele eden insanlar çok etkileyicidir. Çok nevi şahsına münhasır bir hastam vardı. Elli yaşlarındaki bu adamcağız Altunizade’deki hastanemizde polikliniğe muayene olmaya geldi.
Bir insana baktığınızda ilk imaj çok akılda kalıcıdır; mavi-çakır gözleri, ince yüzü neşeli bakışlarıyla hayata bağlığı yüzünden okunan bir kişiyle karşı karşıyaydım. Yanında çarşaflı, güler yüzlü eşi ile birlikte. Normal biri ile karşılaşacağımı zannederken, karşımda cızırtılı radyo açılmış gibi mekanik ses çıkaran biri vardı. Kendine güveni daha ilk andan fark edilen bu adam sürekli konuşuyordu. Dört yıl önce gırtlak kanseri ameliyatı olduğunu sonrasında radyoterapi gördüğünü, son bir yıldır ise yutma güçlüğü çektiğini söylüyordu. Radyoterapi özellikle boyun bölgesine uygulandığında yemek borusunu yakarak kalıcı darlıklara neden olabilir. Nitekim röntgen filmiyle görülebilen ilacı içirdiğimizde dil kökünden beş santim aşağıda darlığın yeri bariz bir şekilde seçiliyordu. Bu durumlarda genişletme yapılabilirdi ama radyoterapi darlıkları inatçıdır ve tekrarlar. Ameliyat ile tedavisinde ise yemek borusunun o kısmı çıkarılır, yerine yeni yemek borusu yapmak gerekir. Bu bölgelere yapılacak yeni yemek borusu için, incebağırsağın bir bölümünü kullanmak en avantajlı yöntemdi. Kendisine ameliyat önerdiğimde, “Hocam ben hastayım, uzman sensin, sana teslimiz,” diye kendi üslubuyla cevap verdi.
Çok iyi bir mikrocerrahi uzmanı olan Prof. Dr. Mehmet Bayramiçli ve genel cerrahi ekibiyle birlikte hastanın karnından aldığımız incebağırsağı, boyunda çıkardığımız hastalıklı bölgenin yerine koyduk. Bağırsağın damarlarını plastik cerrahi ekibi dikerken, biz de incebağırsağı dil köküne ve altta kalan sağlam yemek borusuna diktik. Ameliyat on saat sürdü. Ameliyattan sonra radyoterapiye bağlı iyileşme problemleri nedeniyle kaçağı oldu ama sonunda iyileşti, iki ay sonra kendisini taburcu ettik. Normale yakın yemek yemeye başlamıştı. Fakat zaman içerisinde diktiğimiz yerlerde bazı darlıklar oldu, bu darlıkları, buji dediğimiz borular ile genişlettik. Hastamız servisimizin daimi hastası haline gelmişti.
İlk ameliyatın üzerinden iki yıl geçmişti. Bir yıllığına Kartal Lütfi Kırdar Hastanesi’nde çalışmaya başlamıştım. Hastamız gülen yüzüyle tekrar servisimize geldi. Bu sefer sağ akciğerinin üst bölümünde bir nodül (üç santimetreden küçük kitlenin tıbbi adı) tespit edilmişti ve büyük ihtimalle kanserdi. Ameliyat kararı verdik. Fakat boyun bölgesine radyoterapi aldığı için akciğerin üst tarafı da etkilenmiş dokular tanınmayacak hale gelmişti. Sekiz saatlik bir ameliyattan sonra sağ akciğerin üst parçasını ve lenf bezlerini çıkardık. Ameliyattan çıktıktan sonra hasta yakınlarına bilgi vermeye gittim. Zor fakat başarılı bir ameliyat olduğunu, her şeyin yolunda gideceğini umduğumu söyledim. Eşi, “Hasan Bey’in ameliyat çıkışındaki o çok yorgun halini görünce, bizim bey herhalde öldü diye düşündüm,” dedi.
Hastamız ameliyat sonrası çabucak toparladı, taburcu oldu. Gırtlak kanseri, yemek borusu darlığı sonrasında akciğer kanseri ameliyatı. Üç büyük ameliyatı başarıyla atlatmıştı.
Ara sıra küçük bazı şikâyetleri oluyor, endoskopi yapmak gerekiyordu, ama iyice rahatlamıştı. Bu arada ailevi sebeplerden karısıyla arası bozulmuştu. Sabah vizitine geldiğimde asistanlardan biri, “Abi dün hastanızı televizyonda gördünüz mü? Eşi ve çocukları adamı evden atmışlar, o da şu meşhur gündüz programlarından birine çıkıp karısından özür dilemiş,” dedi. Bir sonraki karşılaşmamızda kendisine, ne yaparsa yapsın karısının hakkını ödeyemeyeceğini söyledim.
Hastamızın son dönemleri çok zor oldu. Önce yemek borusu ile incebağırsağın birleştiği yerde küçük bir delik oluştu. Kapatmak için küçük ameliyatlar yaptık. Bir türlü başarılı olamadık. Yine de o mutlu, enerjik halinden taviz vermiyor, servisteki öteki hastalara, “Hasan Bey beni yirmi kez ameliyat etti, bakın sapasağlamım,” diye hava atıyordu. Sabah vizitinde, “… Bey, sizin hafızanız ve zekânız gayet iyi, hiç okumadınız mı?” dediğimde, “Aslında okulu çok seviyordum, derslerim de iyiydi, babama okumak istediğimi söylediğimde arkama tekmeyi vurup, okuyacak değil çalışacak adama ihtiyaçları olduğunu söyledi,” diye cevap verdi. Bir marangozun yanına çırak girip iyi bir marangoz olmuştu. Gözleri, keşke o günlere geri dönüp okuyabilsem, diye bakıyordu.
Genel durumu bir türlü toparlamıyordu, gittikçe zayıflıyordu, nitekim incelemelerimizde her iki akciğerinde yaygın metastazları çıktı. Taburcu etmeye hazırlanıyorduk ki, onu hüngür hüngür ağlarken bulduk. Meğer bir önceki akşam kanaryası ölmüş. “Hocam, hayatta benim için üç şey çok önemli, birincisi kanaryam, ikincisi silahım, üçüncüsü de küçük torunum,” diyordu.
Karnına bir beslenme tüpü açtırıp hastayı taburcu ettik. Çok zayıf düşmüştü. Ölümünden günler önce acile getirdiklerinde o enerjik adam bir deri bir kemik kalmış, gözlerindeki fer sönmüş, yaşama enerjisi bitmişti.
Enerjik, zeki fakat eğitimsiz ve hayat beklentileri tam karşılanamayan insanların hayatları hep zor geçiyor, bir oraya bir buraya yalpalıyorlar. İşte o zaman rehberlere ihtiyaç duyuyorlar. Yön gösterecek, arabanın şarampole yuvarlanmadan direksiyon kırmasını sağlayacak rehberler. Hayatın hakkıyla ve mutlu şekilde yaşanması böyle mümkün oluyor.
Doktorlar da Ağlar
Savaşlarda veya büyük felaketleri anlatan filmlerdeki en etkileyici şey küçük bir çocuk cesedinin görüntüsü değil midir? Bir kenarda anne veya babasının cesedi başında, gözü yaşlı, korkmuş bir çocuk görüntüsü vicdanı olan herkese dokunmaz mı?
Acil servis de bir felaket alanı olarak düşünülebilir. Burada hemen her gün birileri ölür, gözyaşı hiç bitmez. Mezarlıkların girişindeki, “Her nefs ölümü tadacaktır” ayetini hatırlatır gibi. Düzenli psikolojik desteğe ihtiyaç duyan iki grup çalışan vardır: Acil servis ile otopsi bölümünde çalışanlar. Bu tarz işler hayat boyu aynı tempoda yapılamaz. Hayatı hiç bitmeyen bir savaşın ortasında geçirmeye benzer.
Ameliyatlar yeni bitmişti ki, bir arabanın çarptığı üç yaşındaki bir çocuk acil ameliyathaneye getirildi. Güzel yüzlü bir erkek çocuğu. Çocuğun vücudunda belirgin bir yara bere görülmüyordu ama iç kanama şüphesi vardı. Batını açan genel cerrahinin kıdemli asistanı, “Eyvah, vena kava gibi,” diye söylendi. Vena kava, vücutta kirli kanı kalbe ulaştıran ana damarın tıbbi adı. Vücudun üst ve alt bölgelerinden toplanan kan, üstteki ve alttaki vena kavalar aracılığıyla doğrudan kalbin sağ tarafına dökülüyor.
Künt travmalar, keskin aletle yaralanmalara göre çok daha kötüdür. Çünkü künt travmayla vücudun içerisinde patlama tarzı yaralanma oluşur, neyle karşılaşacağınızı tahmin edemezsiniz. Çocukta karaciğerin üzerinde, kalbin alt tarafında yaralanma var gibi duruyordu. Göğüs açısından