Klostrofobik hastalar tıbbi açıdan birçok sıkıntılar yaşarlar. Uyanık halde tomografi, MR gibi tetkikleri yaptıramazlar, panik olur, ameliyathane odasında rahat edemezler. Klostrofobinin kaynağı bazen çok ilginç hayat öykülerine dayanır.
Hastalarımızdan birinin Akalazya denilen, yemek borusunun alt ucundaki kapakçığın aşırı kasılmış olduğu ve gevşemediği bir hastalığı vardı. Otuzlu yaşlarda, dağ gibi bir adamdı. Gemilerde çalışıyordu. Hereke, İzmit’ten gelmişti. Akalazya hastalarında kapakçık çok sıkı olduğu, doğru düzgün açılmadığı için yutma güçlüğü olur. Yenilen yemekler, yemek borusunda bekler. Sadece basınçla açılır. Bazı hastalar yemek arasında zıplayıp yemeğin mideye düştüğünü hissettikten sonra yemeye devam ederler.
Laparoskopik yöntemle ameliyatını yaptık, her şey yolunda gitti. Ameliyat sonrası servise çıktı. O akşam asistan aradı, hocam hasta başını tutamıyor, kollarının zayıfladığını söylüyor diye. Hemen odasına gittik, muayenede bir şey bulamadık ama hasta gözlerini kapatmaya çalışıyordu, tedirginlik hali dikkat çekiyordu. Kaldığı oda servisimizin en sonunda, camından duvar görünen bir odaydı. Sonradan iş anlaşıldı. Hastamız Ağustos 1999 depreminde enkaz altında kalmış altı saat sonra çıkarılmıştı. Canlı canlı mezarda kaldıktan sonra kişinin stres altında psikolojisini koruması çok zor olsa gerek.
İkinci hastamızın hikâyesi ise çok daha farklı. Yetmiş yaşlarında çok evhamlı bir bey, sağ akciğer etrafında sıvı birikmesi ile başvurdu. Bana hastayı gönderen göğüs hastalıkları hekimi travma sonrası göğüs boşluğuna kanama olduğunu düşünüyordu. Basit bir darbe öyküsü vardı ama bu miktarda sıvı birikimini açıklamazdı. Hastanın klostrofobisi varmış. “Tomografiniz nerede,” diye sorduğumda kapalı ortamlara giremediğini ve film çektiremediğini söyledi. Sonunda kapalı yer korkusunun sebebi anlaşıldı. Hastamız Batı Trakya’dan 1950’lerde göç etmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanı sırasında hastanın annesi, çocuklarını korumak için onları sandık içerisine koyup saatlerce çıkmalarına izin vermezmiş. O yaşlarda çocuğa yerleşen kapalı yer korkusu tedirginlik hâlâ geçmemiş. Maalesef çok kötü huylu bir akciğer zarı kanseri teşhis edildi ve altı ay sonra hayatını kaybetti.
Böyle durumları gördüğümde hastaların ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Çocukluğumda yaşadığımız en büyük korkular İstanbul’da sık sık olan depremlerdi. Deprem sırasında evdeki kirişlerin birinin altına geçer, dua ederdik. Fakat en önemli tedirginlik ve korkumu lise birinci sınıfta yaşamıştım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde çok sert karakterli, kıt notları ile ünlü bir matematik hocamız vardı. Lise 1’de bize geleceğini öğrenince karalar bağlamıştık. Hocadan yedinin üstünde not almak neredeyse imkânsızdı. Buna rağmen bizim sınıftaki canavar matematikçiler sekiz alabildiler. Ben de hocadan altı almıştım, çok mutlu olmuştum. Hocadan hem korkuyor hem de hayranlıkla karışık bir sevgi besliyorduk.
Lise 2’ye geçtik. İlk gün matematik dersine başka bir hocanın geleceği söylendi. Matematik hocamız yazın karaciğer kanseri nedeniyle çok kısa süre içerisinde vefat etmişti. O an hayatın her an sonlanabileceğini, hayattaki en önemli gerçeğin ölüm olduğunu fark ettim. Hocanın ölümünden o kadar etkilenmiştim ki, haftalarca doğru düzgün uyuyamadım.
Bizler rahat bir dönemde yetişmiş insanlarız. Özellikle II. Dünya Savaşı’na şahit olanlar, ölümün sıradanlığını, açlığı, imkansızlıkları bizzat yaşamışlar. Alay konusu olabilecek bazı korkuların arkasında böyle zamanlarda yaşanmış çok dramatik hikâyeler yatıyor.
Al-Roustamani
Altmış yaşlarında, Ortadoğulu bir erkek servise yattı. Akciğer zarı kanserinden mustaripti. Son derece asri giyimli bir beydi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Nissan distribütörü olduğunu sonradan öğrendim. Hastalığı kötü, yaşam beklentisi kısaydı, ama bir umut Harvard’a gelmişti. Belki de bu kadar dramatik bir durumu olduğunu bilmiyordu.
Bölüm başkanı ameliyat etmeye karar verdi. Ameliyata girildi, ben de yan odada ameliyattaydım, ama fırsat buldukça vakayı takip ediyordum. Kanserin çok yayılmış olduğu tamamen çıkarılamayacağı anlaşıldı. Bir bölümü çıkartılarak işleme son verildi. Bu ameliyatta kanseri tamamen çıkarmazsanız hastanın uzun dönem hayatta kalma şansı çok düşüktü. Çalıştığım merkez ABD’nin en akademik merkezi olmasına rağmen hasta nakit para verecekse ona mutlaka bir işlem yapılırdı. İşlem tamamen gereksiz değildi ama şartlar zorlanmıştı. Oradaki kıdemli bir öğretim üyesinin ameliyatta söylediği şu sözler hâlâ aklımda: “Bu hasta yurt dışından, nakit para, çok ihtiyacım vardı, bize en az beş-altı bin dolar kalır.”
Paranın milliyeti yoktur. Bu, orada yapılan ameliyatların hatalı veya gereksiz olduğunu göstermez. Ümit veren tedavi yöntem ve teknolojilerini onlar bulup geliştiriyor, sonra da sınırları zorluyorlar. Yabancılara bu şekilde davranmayı bir hak olarak görüyorlar. Akademik merkezlerde bu iş sahtekârlık şeklinde değil, çalışma kapsamında veya uç tedaviler olarak yapılıyor. Oysa ABD’nin ünlü ticari tıp merkezlerinde bu işlerin artık ayağa düştüğünü, iyice simsarlık haline geldiğini görürsünüz.
Al-Roustamani, ameliyattan sonra iyileştim diye iyice coştu. Serviste takke ve entariyle gezinmeye başladı. Her gün vizitte dua eder, Kuran okurdu. Ne hikmetse, ameliyattan önce pek dindar gibi görünmemişti. O dönemde göğüs cerrahisi bilim dalı yonca şeklindeki binanın onuncu katında bir yoğun bakım yaptırıyordu. Benim üst ihtisasımı bitirmeme dört-beş ay kala tamamlandı. Sabah hastaları tartışırken, o zamanki başasistan Dr. Chang bombayı patlattı. Al-Roustamani çok minnettar kalmış ve yoğun bakım inşaatına üç milyon dolar bağışlamıştı. Ağzım açık dinliyordum.
Bu hastaları Türkiye’ye çekmemiz lazım diye düşünebilirsiniz. Bu, iyi niyetli fakat gerçekçi olmayan bir hayal. Kanımca Doğu dünyasının, Japonlar da dahil olmak üzere, Batı dünyasına karşı aşağılık kompleksi vardır. Bu kompleksi paralarıyla kapatmaya çalışırlar. Bu nedenle bu paraları kendi ülkelerine veya benzerlerine yedirmezler. İtiraf etmek lazım, para bulmak, bağış toplamak konusunda Amerikalıların üzerine yoktur.
Mount Sinai Hastanesi’nde göğüs cerrahisi anabilim dalını geliştirmek için ABD’deki hocamı transfer etmek istediler. Hocam da bana iş teklif etti ve New York’a gittik. Teklifi değerlendirmek için çeşitli toplantılara katıldık. Bu toplantıların birine kırk yaşlarında, “fund raising-bağış toplama” bölümünden bir kadın geldi. Akciğer kanseri bölümü için bağış yapmak isteyen, seksenlerinde, her an ölebilecek zengin bir Yahudi’den bahsetti. En azından bir milyon dolar verecekmiş. Ama ardından, “Bu adamda daha çok para var, üç-dört milyon dolar koparırız, peşini bırakmamamız lazım,” diye ekledi. Ne denir? Bizim elli bin öğrencili koca üniversitemizin yıllık bütçesi yetmiş milyon dolar.
Zengin olmak birçok konuyu çözüyor. Fakir ama gururlu olmak kolay değil. Böyle bir akademisyen ne literatürü