Başıyla onayladı Ülfet. Görümcesinin hoşnutsuzluğunu umursamaz görünüyordu ama daha sonra bu mevzudan çıkacak huzursuzlukları düşünmekten de kendini alamıyordu. İçini bir sıkıntı kapladı. Belli etmek istemeyerek gülümsedi:
“Ben de bunu kastetmiştim.”
“Tüh, Allah canınızı… Utanmıyor musunuz, çocukların bulunduğu ortama içki sokmaya?”
Ülfet zoraki gülümsemesinden vazgeçerek görümcesinin kulağına eğildi:
“Millet bize bakıyor. İstersen bu gece ağzımızın tadını kaçırmayalım.”
Ülfet, içeri dalan görümcesini süzdü. Pembe çiçekli basma bir etek giymiş, belinin lastiğini kocaman göbeğinin üstüne kadar çekmişti. Her zamanki gibi eteğin önü uzun, arkası kısa duruyordu. İçini bir utanma kapladı. Arkadaşlarının arasına zerre kadar yakışmayan bu kadınla akraba olduğunun bilinmesini hiç ama hiç istemezdi.
Sevgi, Ülfet’in kendisine uzattığı terliklere yüzünü buruşturarak baktı:
“Kenarları eskimiş, rengi soluk. Şu insanların içinde bana bu terlikleri mi layık gördün?”
Ülfet bıkkınlıkla dolabın kapağını açtı:
“Hangisini giymek istersiniz?”
“Ayağındakileri.”
“Anlamadım.”
“Ayağındakileri giymek istiyorum, nesini anlamadın?”
Ülfet derin derin nefes alırken, gözlerini tavana çevirip başını iki yana salladı. Ayağındaki tüllü, çiçekli, şık terliği aceleyle çıkarıp Sevgi’nin önüne bıraktı. Sevgi’nin gururu okşanmıştı. Başı dik halde, dirseği ile Ülfet’e dokundu:
“E artık arkadaşlarınla tanıştırırsın beni.”
Sevgi’nin içeri girdiğini görenler sessizleşmişti. Baştan aşağı süzüldüğünü fark eden Sevgi, Ekrem’in de kendisini hoş karşılamasıyla rahatladı ama yine de bulunduğu ortamda ağırlığını ispatlamak istiyordu. Sesini yükseltip Ülfet’e seslendi:
“Bana da bir çay koy gelin.”
Ülfet günün geri kalanının berbat geçeceğini hissetmişti. “Bu kadın boşuna gelmedi,” diye geçirdi aklından. Yine de yüzündeki sahte gülücükle fazlasıyla umursamaz görünüyordu. Görümcesine çay koyup ikramda bulundu.
“Pasta güzel olmuş, sen mi yaptın?”
“Hazır aldık.”
Sevgi gülüp dudaklarını kıvırdı. Ülfet saldırıya geçeceğini anlamıştı.
“Tahmin etmeliydim. En son ne zaman tatlı yaptığını hatırlamıyorum çünkü.”
Ülfet bozulduğunu hissettirmedi. Güler yüzlülüğünden hiç taviz vermedi:
“Haklısınız. Üç çocuklu bir kadınım ben. Evimi çekip çevirmekten kalan vaktimi eşimle saadetime ayırmak yapabileceğim en tatlı şey zaten. Pastam da kusur kalsın.”
“Aynen katılıyorum hayatım,” diye güldü bir kadın. “Bizde de durumlar aynı.”
Bir başkası daha atıldı konuya:
“Şekerim, aileni ihmal edeceksen, evinde bir tatlın eksik olsun. Ne gereği var sanki?”
Gelin görümce arasındaki soğuk savaşı Ülfet kazanmış gibiydi. Sevgi’nin kendisini ezilen gelin konumuna itmesine müsaade etmedi. Onu ciddiye almadığını göstermek için gelen geçenle neşeyle sohbet ediyor, gülüşüyor, görümcesine inat içkisini art arda içiyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Misafirler yavaş yavaş dağıldı. Çocuklar yatırıldı. Ekrem’in iş arkadaşı Selim, geriye kalan üç beş kişiyi etrafına toplamış komik anılarını anlatıyordu. Yerli yersiz kahkaha atan bu sarhoş insanlar da eğleniyor gibi görünüyorlardı. Selim sohbet arasında Ülfet’e sık sık iltifatlarda bulunuyor, ona olan ilgisini saklamıyordu. Ekrem’se en yakın arkadaşı olan Selim’in bu iltifatlarına eşlik ediyor, arkadaşının karısına olan tavrından herhangi bir rahatsızlık duymuyordu.
Olanları köşesinden sessizce izleyen Sevgi’nin henüz kalkmaya niyeti yoktu. Gözlerini Ülfet’ten çekmiyor, her hareketini takip ediyordu. Bakışlarının dili olsa, belki kendi hayatında ne eksikse Ülfet’in onları doyasıya yaşadığını görmeye tahammül edemediği açıkça görülürdü. Ekrem, ablasındaki durgunluğu fark edip usulca yanına yaklaştı:
“Abla, rahat mısın?”
“Evet, gayet iyiyim. Neden sordun?”
“Ortam seni pek sarmadı galiba.”
“Ne mümkün? Şu kadar içkinin içerisinde otururken… Sana da pes doğrusu.”
“Haklısın abla. Bugün bizi mazur gör. Yorgunsan içerdeki yatağı hazırlayalım sana.”
“Yok, ben de zaten kalkacaktım şimdi. Beni eve bırakırsın.”
“Elbette…”
Sevgi, Ülfet’i son kez süzdü. “Haydi bana müsaade,” diyerek mantosunu aldı ve evden çıktı.
Ekrem misafirlere göz gezdirdi:
“Ben hemen gider gelirim. Siz keyfinize bakın.”
“Ekrem’ciğim, çok geç oldu zaten, biz de çıkalım,” dedi misafirlerden biri.
Selim de ayaklandı. Masanın üzerindeki sigara paketini ve cep telefonunu aldı. Ülfet’in kendisine uzanan eline nazikçe bir buse kondurdu. “Her şey için teşekkür ederiz hanımefendi, sayenizde bu gece çok eğlendik,” dedi.
Ülfet gülümsedi:
“Bizi kırmayıp geldiğiniz için asıl biz teşekkür ederiz beyefendi.”
Hep beraber evden çıktılar. Ülfet bir anda sus pus olan eve göz gezdirdi. Ortalık epey dağınıktı. Beyni bir şarkının ritmiyle zonkluyordu. Yorgun adımlarla yatak odasına gidip kendini yatağa bıraktı.
Entrika
Ertesi sabah Necdet’in evinde aile mahkemesi kuruldu. Necdet kızgın bir boğa gibi burnundan soluyordu. Öfkesine hâkim olamayıp salonda volta atıyor, arada bir durup, “Nerede kaldı bu adam,” diye etrafındakilere çıkışıyordu.
Necdet sekiz kardeşin en büyüğüydü. Babaları vefat edince onun rolünü üstlenmiş, çocuk yaşlarından beri hepsinin üzerinde hâkimiyet kurmuştu. Bu sebepten ona karşı saygıda kusur etmezler, lafının üstüne laf söylemezlerdi. Necdet’e göre kadın değersiz bir varlıktı. Güçsüz, zayıf, istekleri olmayan, bir nevi evin hizmetçisi, kocasının kölesiydi. Çalışacak, yorulmayacak, fazla konuşmayacaktı. “Cavit, ara şunu acele etsin,” diye yeniden kükredi.
Cavit, Ekrem’in bir küçüğüydü. Ağabeyinin lafını ikiletmedi. Telefonu alıp tuşlamaya başladı. Bir taraftan da Necdet’i dinliyor, her söylediğine kafa sallıyordu.
“Ben baştan uyardım bu akılsızı. Gelinin gözünü açmayacaksın, iş çığırından çıkar baş edemezsin dedim. Dinledi mi? Yılanın başı küçükken ezilir.”
“Gelmiş, aşağıdaymış ağabey.”
“Gelsin bakalım. Ülfet’in ailemize yakışır bir gelin olmadığını görmeli artık. Eğer bu kez de karısını haklı bulacak olursa onu kendi ellerimle boğacağım.”
Kapının zili çaldı.
“Geldi,”