Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz
Muhyi sana ola himmet
Âşık ise cana minnet
Cümle âlemlere rahmet
Saçar şu yoksul elimiz”
Teveccühünüz efendim… Evet, hakkını vermeyi çok istediğim bir ezgidir. Ne kadar güzel okusam gene de hakkına riayet edemediğim hissinden kendimi alamam. Madem bu kadar beğendin, tarihçesine kısaca değineyim şu hâlde.
Mevzu 17’nci asırda cereyan ediyor. Kadızadeliler diye bir taife var; Dördüncü Murad zamanında Ayasofya Camii vaizi Kadızade Mehmet Efendi ile başlamış bu hareket; devletin içine kadar sızmış, toplumda da belli bir karşılığa ulaşmış. Bugünkü Fetullah gibi düşün, ama onlar radikal İslamcı. Tasavvufa şirk diyorlar. Her türlü tarikatın, zikrin, devranın, semahın yasaklanmasını istiyorlar. Tekkeleri basıp dervişleri darp ediyor, korku saçıyorlar. Gemi azıya aldıkları dönemde karşılarına çıkmaya kim cesaret ediyor? Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivasî. Hemşerimin çıkışını müteakip kavgaya Kadızadeliler ile Sivasîlerin ihtilafı deniyor.
Kadızadeliler devleti ele geçirdiklerini düşünüp sufilere son bir darbe vurmak, tekkeleri yakmak, bidat gördükleri minareleri yıkmak, salâları susturmak için Fatih Camii’nde toplanma kararı aldıklarında devlet işe el koyuyor ve karşı darbe ile bunları derdest ediyor. Önce katline ferman çıkarıyor hepsinin, sonra da cezalarını sürgüne çevirip bu taifeyi tasfiye ediyor.
İlahi, zahide seslenerek başlıyor. Zahid dediği, dervişlerin ulaşmayı arzuladığı makama eren kişi değil aslında. İslam’ın zahirine takılıp kalan, muhabbetsiz, gergin, haşin bir tiptir. Rind değildir, çabuk gönül kırandır, gönül ehli değildir. Diyor ki “Zahid bizi tan eyleme”, yani kınama, dervişleri ayıplama, kötüleme. “Sakın efsane söyleme” yani tasavvuf ve sufiliğin asılsız, bidat olduğunu iddia etme. “Hazret’e varır yolumuz”, bu işin aslı, şeyh silsilesi Hazreti Muhammed’e varır demek istiyor… Mevzu derin yani, derin ve narin.
“Sayılmayız parmağ ile, tükenmeyiz kırmağ ile…” Kadızadelilerin kıyımlarına karşı bu meydan okuyuşla birlikte işin rengi değişiyor. Sonradan ilave olunan “İmam Ali’dir ulumuz” mısraının da cazibesiyle Bektaşî deyişi olarak söylenip Alevî muhitlerde revaç buluyor. Oradan da solcuların eline geçiyor. Yetmişli yıllarda devrimci hareketin sloganı hâline geliyor.
İş burada kalsa benim adım gene Zahit olmayacak. 1971’de Yılmaz Güney bir film çekiyor: Ağıt. Film bir eşkıya topluluğunun macerasını anlatıyor. Filmin sonunda başroldeki kahraman (Yılmaz Güney) vurulmuş, onun böğründen kurşun çıkarılırken işte bu ilahiyi, türküyü eşkıya arkadaşları söylüyor. Dağ başında bir mağarada, kartal yuvasında. Havada kartal uçuyor, mağarada ise daha tüyü bitmemiş yavruları aç ağızlarını annelerinin şefkatini celbetmek için sonuna kadar açıyor. Dağların doruklarından kayalar yuvarlanıyor. Eşkıyalar hep bir ağızdan “Zahit bizi tan eyleme!” diye döktürüyor; Yılmaz Güney ecel terleri döküyor, âşığı olan kız, böğründen kurşunu çekerken herkes kan ter içinde. Seyirciler gözyaşı döküyor.
Babam bu filmi yazlık bir sinemada seyretmiş. Birbirine bağlı tahta sandalyeler üzerinde. Çok etkilenmiş filmden, annem hamileymiş o günlerde, “Oğlan olursa Zahit koyacağım” demiş. Doğmadan adım konmuş benim yani. Tam da Türkiye’nin en devletçi adamının bir devrimcinin filminden etkilenerek oğluna koyacağı bir isim. Sivas’ta, fay hatları üstünde doğan birine konmak için de ne uygun. Sünnî ilahiler ile Alevî nefesleri arasında dünyaya gelmiş birine. Kadızadeliler ile Sivasîler arasındaki kavgalarda hep arada kalıp her iki taraftan yumruk yiyecek biri için de bundan daha ideal isim olabilir mi? Solcuların dilinde sloganlaşmış bir türkünün anakronizminde de benim bu ülkeye tanıklığıma dair bir şeyler yok değil mi? Tüm bu çapraşıklıklar tam da senin Zahit’i anlatmıyor mu Zülâl’im?..
Liseyi mi? Kongre Lisesi’nde okudum. Sivas’ın Galatasaray Lisesi. Elit bir okuldu, herkesi almıyorlardı, çok iyi notlar, puanlar gerekiyordu. Oraya giren çocuğa paçayı yırttı gözüyle bakıyordu velileri. Bense paçayı yırtanlardan değil paçayı kaptıranlardan oldum. Kitaplara kaptırdım paçayı, sorulara, arayışlara… Nejdet Hocayla başladı her şey.
Felsefe grubu öğretmenimizdi. Okuldaki en sıra dışı şahsiyetti. Kendini okumaya ve okutmaya adamıştı. Felsefe derslerini tiyatroya, uygulamalı diyalektik tartışmalara onun gibi çeviren başka bir hoca tüm Türkiye’de var mıdır acaba? Talebelerin talepsizliğine, şevksizliğine bakmaksızın, büyük bir şevkle felsefi meseleleri gündemimize sokmaya çalışırdı. Şimdiden bakınca anlıyorum ki aslında kimin felsefî düşünmeye yatkın olduğunu bu konuşmalardan çıkarıyordu. Kimlere özel emek vermesi gerektiğini.
Beni nasıl keşfetti?.. Bir gün dedi ki: “Sokrates’e niye ‘Atina’nın at sineği’ diyorlardı? At sineği… Kim bilecek bakalım?” Kimse el kaldırmadı, ben çekingenlikle kaldırdım. “Söyleyin Zahit Bey!” dedi, böyle hitap ederdi, erkeklere bey, kızlara hanım derdi, bu da çok kendine özgü bir tavırdı; hoca muhataplarına bir kalite atfediyordu. Resmiyetten ziyade seviye… Zahit Bey olarak dedim ki: “Rahatsız edici sorular soruyor, insanları huysuzlandırıyor diye at sineği demişler.” Nereden bildiğimi sordu, “Bilmiyorum, tahmin ettim” dedim. Gözlerinin büyüdüğünü, gözlerinde büyüdüğümü fark ettim hemen. Ondan sonra gözü hep üzerimdeydi.
Ne kadar geçmişti hatırlamıyorum bir gün başka bir şey oldu. Eflatun’un mağara alegorisini anlattı, sanıyorum doğrudan Devlet kitabından okudu, mikrofonik sesiyle. Mikrofonikti, spiker gibi konuşurdu ama tonlama diye bir şey yoktu garip biçimde. Her cümle aynı şekilde başlar ve biterdi. “Ali topu at” ile “Ben sana mecburum, bilemezsin” arasındaki vurgu farkını sesine yansıtamaz veya yansıtmazdı. Ses tonundan bir manaya varmak imkânsızdı o yüzden; manayı manaya bakarak yakalayabilirdin; belki de bu yüzden böyle bir ses tonunu seçmiş, böyle bir tekdüzeliğe kendini mahkûm etmişti. Adam memlekete felsefe öğretmek için ses tellerini feda etmiş olabilirdi.
Ne anlatıyordum, ha mağara mecazı. Okudu pasajı, sonra dedi ki: “Buradaki mağara nedir, zincirler neyi, gölgeler neyi anlatır?” Gene kimse el kaldırmadı, ben kaldırdım ama bu sefer eski çekingenliğimle değil, hocanın çok hoşlanacağı bir şevkle: “Mağara toplumu, zincir kuralları, gölgeler de sorgulanmamış doğruları temsil ediyor…”
Bu sefer tahmin yürütmemiş, metnin bunu fısıldadığını işitmiştim. Bir mağarada olduğumuz, zincire vurulmuş vaziyette duvardaki gölgelerimizi mutlak gerçek sandığımız metaforu başımı döndürmüştü. Sivas’la, halkımla bir sorunum yoktu ama dünyayla ciddi bir sorunum vardı ve Eflatun o sorunu tanımlamam için çok şairane bir tasvir yapmıştı. Bunu bir okuyuşta, daha doğrusu dinleyişte anlamam Nejdet Hocayı mest etmişti. Zahit Bey, o gün hiç övülmediği kadar övülmüş, hiç saygı duyulmadığı kadar saygıya mazhar olmuştu. Artık ben seçilenlerden olmuştum.
Bir gün derse geldiğinde bir kucak dolusu kitabı getirip tahta sıramın üstüne koydu. Başını eğip Yaşar Kemal gözlüklerinin üstünden bakarak dedi ki: “Bunları oku; okuduktan sonra getir, yenilerini vereceğim Zahit Bey, kabul mü?” Bıçak ucuyla baş harflerin, başıboş geometrik şekillerin kazıldığı sıranın üstünde kitaplar birer yabancı gibi durdular ders boyunca. Arkadaşlarım sadece birkaç dakika kıskandılar bu imtiyazımı. Bu kadar kitabı okuma angaryası kendilerine yüklenmediği için memnun bile kaldılar. Sonraki derslerde hocanın sorularına kalkan parmak sayısı iyice azaldı. İyi notlar alıp iyi okullara gitmekti çocukların gayesi. Kitaplar faydasızdı. Bir getirisi yoktu. Okuyanlar