Hacer, bu ıssızlık, bu yaşama tekdüzeni içinde sıkıntılı, tasalı olmaktan uzaktır; tersine o kadar özenle meydana gelen bu mutluluk yuvasında neşelidir, mutludur; her zaman güler, evin her tarafında bir kahkahası duyulur, her zaman söyler, bulunduğu yerde Hacer’in sesi, ne olursa olsun, işitilir.
Mürebbiyesine tutkundur; bu, genç bir kızdır ki, kadın olmamayı üstün tutmuş, yoksul ama namuslu bir aileden yetişerek hayatını öğretmenlikle geçirmeye karar vermiştir. Daha okuldan çıkar çıkmaz, sekiz yıllık bir arkadaşlık Hacer’i ona, onu Hacer’e öylesine bağlamıştı ki, artık Nerime Hanım’ı işinden uzaklaştırmak düşünülecek bir şey değildi; onun için şimdi bir mürebbiyeden çok, ailenin ayrılmaz bir parçası gibiydi.
Melekzat, Hacer’in arkadaşıdır. Bu kız, o kızlardandır ki onlar, evin bir köşesine konacak tuhaf bir heykel veya arabanın bir tarafına atılacak güzel bir süs gibi alınır. Evde ileri gelenler birisini sevmek isterlerse o hazırdır, onu sevebilirler; birisini dövmek isterlerse o hazırdır, onu dövebilirler; o öyle bir şeydir ki, her gerekliliğe hizmet için bulundurulur; dövülür, sevilir, okşanır, azarlanır. Hacer’e oynamak için birisi gerekti, işte ona Melekzat’ı vermişlerdi; Hacer’in çocuklarda yaradılıştan olan hainlik duygusuyla birisini dövmeye, ısırmaya, çimdiklemeye, oyuncağına kızdığı zaman bir şeyden öfkesini almaya, canı sıkıldığı vakit birisiyle uğraşmaya veya ara sıra insan yüreğinde doğan sevgi duygusuyla birisini öpmeye, ona sarılmaya, halıların üstünde iki kedi yavrusu gibi yuvarlanmaya ihtiyacı olurdu; işte ona Melekzat’ı vermişlerdi. Hacer, Melekzat’ı çeşitli heveslerine yarar bir oyuncak; Melekzat, Hacer’i kafası okşanan veya kulakları çekilen bir kedinin sahibini sevmesi gibi severdi.
Hacer’in evin içinde hemen herkesten çok senli benli olduğu, babasıydı. Ama genç kız, mavi defteri yazmaya başladığı zaman, bunun bir babadan saklanabilecek bir şey olduğunu anlayabilmişti. Ferdi Efendi, kızının en özel yaşantısına kadar karışırdı. Bir tatil günü giyeceğini, bir bayram için alacağı kumaşı, odasının bir köşesine konmak için getirteceği bir şeyi, bütün bu ufak tefekleri, bu hiçleri baba kız birlikte düşünürler, birlikte kararlaştırırlardı. Hatta bir gün, bir şemsiye için aralarında şiddetli bir konuşma geçmişti. Bu gibi anlaşmazlıkları oldukça konuşmalarını gülümsemeyle dinleyen Ne-rime Hanım, sorunu çözerdi. Genellikle hak, Hacer’de bulunurdu; o zaman zaten kızına karşı hak kazanmaya cesaret etmeyen Ferdi Efendi güler, haksız çıkmaktan başka bir şey beklemiyormuş gibi rahatlıkla susardı.
Ferdi Efendi için üzerinde durulacak yalnız bir şey vardı: Kızını mutlu görmek! İşte Hacer babasının kolları arasına atılarak hüngür hüngür ağladığı zaman Ferdi Efendi yalnız bir şey düşünmüştü: Kızına istediğini vermek!
Hacer, İsmail Tayfur’u istiyordu, değil mi? İsmail Tayfur, Hacer’e verilecek! O kadar!
7
Hacer, sabahleyin parlak bir düşten kalktığı vakit mavi defterini göğsünün üzerinde buldu; şimdi ocakta ateş sönmüş, oda soğumuştu. Genç kız, yatağından titreyerek atladı, kürküne sarıldı, kapısına giderek sürmesini çekti, zilin düğmesine bastı, sonra sedirin üzerine atıldı, üşüyerek kürkünün içinde büzüldü.
Melekzat, içeriye girdiği zaman Hacer “Ateş! Ateş! Donuyorum!” dedi.
On dakika sonra ocağın içinde odunlar neşeyle çıtırdıyor; Hacer, dizinin dibinde oturan Melekzat’a anlatıyordu:
“Bilsen ne kadar mutluyum! Babam, ‘İsmail Tayfur’u damat edeceğim.’ dediği zaman bu, bana o kadar olmayacak şey gibi görünmüştü ki inanmaya cesaret edememiştim. Ama dün akşam… Artık inanmamak olamazdı… Ben orada, perdenin arkasında, hepsini işitiyordum… Babam onu çağırdı… Babam söz söylerken o titriyordu… Ah! Melekzat! Sen bu duyguları bilmezsin ki… Babam ona ödül vereceğini söylerken gönlüm bana, ‘Ne duruyorsun? İşte o ödül sensin! Çıksana! Onun kolları arasına atılarak İşte ödül! desene!’ diyordu. Biraz daha orada dursaydı kendimi tutamayacaktım. O çıkar çıkmaz babamın yanına koştum, dünyada artık isteyecek bir şeyi kalmamış mutlu bir çocuk gibi boynuna atılıp teşekkür ettim…” Hacer, Melekzat’ın omzuna vurdu. “İşte böyle! Artık gelin oluyorum.”
Melekzat dinliyor, ilk kez işittiği bu sözleri anlamıyor gibi duruyordu. Sonunda uzun, önemli bir şey düşünüyormuş gibi durdu durdu da başını sallayarak dedi ki:
“Nerime Hanım işitse kim bilir ne der?”
O zaman Hacer kahkahayı salıverdi, yine Melekzat’ın omzuna vurarak, “Deli kız!” dedi. Bugün Hacer’in ikinci işi Nerime Hanım’ı bir tarafa çekmek, bu büyük haberi bildirmek oldu. Beş dakika içinde bütün ev halkı olayı haber aldı: “Hacer Hanım, İsmail Tayfur Bey’e nişan edilmiş!” İlk olarak, Ferdi Efendi’nin evinde, İsmail Tayfur’a “bey” deniyordu.
8
Kış günlerinin sisli güneş ışığı, İsmail Tayfur’un küçücük odasının kafeslerinden süzülerek yatağının kenarında oynaşıyordu. Genç adam, bu akşamı türlü düşünceler içinde geçirmiş; vücudu, kafasını altüst eden düşüncelerin ağırlığı altında ezilmiş gibi, derin derin uyumuştu. Sabahleyin uyandığı zaman, düşünce ve beden yorgunluğu ile yorganların arasına sokulmuştu; soğuk havalarda yatakta duyulan bir hoşluk içindeydi.
O akşam Hasan Tahsin Efendi’den ayrıldıktan sonra eve girdiği vakit annesi kendisini o kadar düşünceli görmüştü ki çoğu zamanlar böyle tasalı bulmaya alıştığı oğlunu ihtiyacı olan sessizlik içinde bırakmak için bir şey sormamış, aralarında bir söz geçmemiş, sonra İsmail Tayfur odasına çıkmıştı. Saniha, o zavallı kızcağız ise İsmail Tayfur’u böyle gördüğü zamanlar evin içinde bir gölge, bir bulut gibi varlığı duyulmaz, gürültüsü işitilmez olurdu. Bu evin bir sessizlik sembolü olan genç kız, öyle bir melekti ki kanatlarının gürültüsü bile sezilmezdi.
İsmail Tayfur, odasında kendisini yalnız bulduğu zaman, artık istediği gibi düşünmeye vakit ayıranların güvenliğiyle fesini, paltosunu fırlatmış; minderin üzerine boylu boyuna uzanmış, istediği gibi düşünmüştü.
İsmail Tayfur, okula girdiği zaman kalbinde bir sürü emel vardı. Bir gün kader, birdenbire gelen bir kaza gibi, onu kırmış; bu genç kalpteki umut sarayını kırık dökük bir kulübeye çevirmişti. Gençlik, bir bahar göğü gibi saf, aydınlık ve parlaktır. Ama ansızın bir ters rüzgâr eser, önünde bulutlar, fırtınalar yığılarak o parlak göğü karanlıklara boğar. İsmail Tayfur’un gençlik göğü, böyle bir rüzgâra rastlamıştı, yalnız bulutların arasından parlak bir nokta, bir umut güneşi hafif hafif parıldıyor, genç adama, umutsuzluğunun karanlığı arasında tasalı tasalı gülümsüyordu. Gözlerini kapayıp veya yatağının üzerine serilip de İsmail Tayfur kaygılarını, acılarını, yok olmuş umutlarını, yaşamını dolduran boşluğu düşündüğü zamanlar, işte yalnız o ışık noktası parlar; gözlerini kırparak “Niçin umutsuzlanıyorsun? Yaşamak! Yaşamak aşktan başka bir şey midir? Mutlu olmak mı istiyorsun? Mutluluğu aşktan başka bir yerde bulamayacaksın. İnsan düşkünlüğünün de mutluluğunun da yaratıcısıdır. İşte mutluluk, sana bir aşk görünüşünde gülümsüyor. Kollarını aç, mutluluğu kollarının arasında bulacaksın!” derdi. Zavallı Saniha! Zavallı küçük yoksul, kimsesiz kız!
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст