Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.
Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.
İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.
Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.
Başlıca Eserleri: Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu Muydu?, Heyhat, Bir Yazın Tarihi, Valide Mektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.
1
Elindeki kurşun kaleminin ucunu dişlerinin arasına sıkıştırmış; gözü, önündeki yazı masasını örten baştan başa rakam dizileriyle dolu büyük çizgili kâğıda dikilmiş, sol eli, hafif bir eğilişle omzuna düşen başının uzun kumral saçları içinde kaybolmuştu. Başının üzerinden donuk bir ışık saçan parıltının yansıyan titremesi içinde gözünün önünden bir sürü acayip gölgeler gibi ara sıra şişerek, ara sıra küçülerek, ara sıra titreyerek akıp giden rakam zincirine tüm varlığı ve düşüncesiyle kendini vermiş olan İsmail Tayfur, dişlerinin arasından ıslık çalar gibi bir sesle sayıyordu:
“1224, 3477, 20305, 683, 13560…”
Yazıhaneyi kaplayan derin sessizlik içinde genç adamın dudaklarından rakamlar, düzenli bir sırayla dökülüyor ve karşısına dayadığı büyük bir defterin arkasında yüzü kayboluyordu. Yalnız fesinden bir parçası görülen başka bir muhasebecinin çevirdiği yapraklardan çıkan bir hışırtı işitiliyor, biraz ötede, odanın bir köşesini kaplayan iki yüzlü alçak bir yazı masasında birer koyu gölge gibi görünen iki kişinin önlerindeki kâğıtlarda koşan kalemlerinin sinirleri tırmalayan cızırtıları çarpışıyordu.
İsmail Tayfur orada, gözünün önünde takım takım uçan rakam yığınları karşısında donmuş bir put, canlanmış bir sabır gibi; sekiz dizili, altı yapraklı bu aylık denge çizelge müsveddesinde; hep önünden kaçan, bu rakam karışıklığı içinde kırılmaz bir inatla gizlenen otuz altı kuruşluk bir farkı bulmak için işte iki saatten beri ciğerlerini parçalıyor; sabahın dokuzundan beri kafasını ağrıtan, beynini şişiren, gözlerini bulandıran aralıksız bir uğraşmadan sonra otuz altı kuruşluk aşağılık bir farkın arkasından koşuyordu.
Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin bu muhasebe odasında dört kişiydiler. Tavana asılı iki büyük lambanın ışığı, uzun, koyu perdelerle pencerelerin önünde çizilen gölge setlerinin üzerine dökülerek, duvarları örten levhaların, haritaların, ilanların üzerinden kayarcasına, odanın sağ yanında karanlık bir kapı gibi ağzını açan, rafları yüklü oldukları iri, kalın defterler altında çökmüş gibi kıvrılan dolabın içine sokuluyordu. Şurada gölgeden bir leke etrafında parıltıdan bir daire, burada karanlık bir yüzey üzerinde parıltıdan bir parça bırakarak garip levhalar, yer yer gölge ve ışıktan yapılma resimler vücuda getiriyordu.
Odanın ortasından ateşten bir yaratık gibi homurdanarak, göğsünde gök gürültüsü ve yıldırım besliyormuş gibi derinden iniltiler çıkararak, birer uçan yılan gibi kıvrılıp havaya atılmak istiyormuşçasına boruya saldıran alevlerle kızaran büyük sac soba, bu kış gecesinde, pencerelerin arasından giren dondurucu havayı kızdırıyor; bu dört kişinin yorgun düşüncesini, yorgun vücudunu hoş bir sıcaklık içinde tutuyordu. Odanın kapısına karşı gelen duvarda eski bir zincirli asma saat; bu muhasebe odasının tekdüze hayatından bıkmış, usanmış gibi ağır bir hareketle zincirlerini toplayarak, güllelerini sürükleyerek dönüyor; bu derin sessizlik içinde şu dört kişide bir canlılık belirtisi görülmüyordu. Yalnız insanlara bir yaşama yeri değil, rakamlara bir dolaşma alanı da olan bu yerde; kalemlerin hiç durmayan bağırtısı, sayıların yorgun bir sesle sürekli sessizliği hüküm sürüyordu:
“8380, 450, 5670, 894, 7240, 350…”
Artık yorulmuş, sesi kısılmıştı. Şimdiye kadar altı yaprağın dördünü bitirmişlerdi; daha iki yaprak, birer arşınlık on altı sütun vardı. Şimdi İsmail Tayfur kısaltıyor, fark son iki basamakta olduğu için, onlardan sonraki basamakları söylemeye gerek görmüyordu. Bunu niçin önceden düşünmemişti? Kendi kendisine kızıyordu. Ya fark, sandığı gibi, müsveddenin bir yanlışlığından meydana gelmişse ne yapacak? Bu otuz altı kuruşluk farkı nereden bulup çıkartacak? Bu sorular beyninde bir yara açtığı sırada ağzından sayılar doğal bir akıntıyla dökülüyordu:
“25, 34, 40, 50, 25…”
Uzun bir hırıltı işitildi; saat, bu dört kişinin hep aynı şekildeki hayatını ölçen, sayılar karşısında geçen şu tekdüze yaşamı tartan aracın tokmağı, yıllardan beri her vuruşunda hayattan bir saatin daha kaçışını bildirerek dövdüğü tunç tasın üstüne yavaş yavaş dokuz kez kalkıp düştü.
Şimdi hepsi başlarını kaldırmışlardı. Nasıl? Saat gecenin dokuzuna gelmiş mi? Demek on iki saatten beri burada çalışıyorlardı! Yalnız İsmail Tayfur, durumunu değiştirmemişti. Saate bakmanın ne gereği var? Saatin dokuzu çalması, farkın bulunması demek değildi. Bu gece bu farkı bulmaya mahkûm değil miydi? Eğer bulunmayacak olursa yarın kesin denge cetveli düzenlenemeyecekti. Şimdi artık canı sıkılıyor, acele ediyor; ağrımaya başlayan boğazını zorluyordu. Hatta bir kez karşısında büyük defterin yapraklarını çevirerek işini yapmakta olan, her sayı söylendikçe elindeki kurşun kalemiyle işaret eden arkadaşı “Rica ederim!” dedi.
İsmail Tayfur, biraz yavaşlattı, şimdi beşinci yaprağın sonuna yaklaşmıştı. Son sütunun sayısını söyledikten sonra başını dayadığı elini uzattı, yaprağı çevirdi; büyük kâğıt, kanatları düşen, vurulmuş iri bir kuş gibi yazı masasının öte yanına devrildi. Şimdi, son sayfaya gelmişlerdi:
“47, 73, 86, 93, 62…”
“Nasıl?”
İsmail Tayfur, başını kaldırdı; işe başlayalıdan beri birinci kez olarak arkadaşı tekrarlıyordu. Acaba fark, orada mıydı? Belki değildir, belki bu umut boşa çıkacaktır korkusuyla tekrar edemedi; arkadaşına dalgın dalgın bakıyor; o da kendisine bakıyordu. İkisi de “Acaba bulundu mu?” demek istiyordu.
Genç adam, gözlerini indirdi, kaçırmamak istiyormuş gibi parmağıyla tuttuğu sayıya bakarak, yavaş bir sesle yineledi:
“62…”
Arkadaşının dudaklarında şimdi hafif bir gülümseme vardı. İsmail Tayfur, karşısındakinin düşüncesini araştırırcasına baktı.
Bu adam, ufak tefek yapılı, küçük başlı, beyaz saçları dökülmüş, yazı masasının üzerindeki iri defterin arasında sıkışmış da kurumuş gibi solmuş, buruşmuş bir ihtiyardı.
İsmail Tayfur, yaşına saygı göstermek için adına “efendi” sözünü ekleyerek çağırdıkları Hasan Tahsin Efendi ile odanın ortasını kaplayan yüksek, büyük bir yazı masasının iki yanında çalışırlardı. İkisi de defter tutma işiyle görevli oldukları için bu altmış beş yaşındaki ihtiyarla o yirmi dört yaşındaki genç, sürekli bir ilişki içindeydiler.
Aralarında