Vorontsov’un emrine vereceği orduyla Şamil’e nasıl yürüyeceğini, onu esir alıp intikamını nasıl alacağını, Rus Çarı’nın onu nasıl ödüllendireceğini ve sadece Avarları değil, kendisine boyun eğecek olan tüm Çeçen halkını nasıl yeniden yöneteceğini hayal ediyordu; bu düşüncelerle farkında olmadan uykuya daldı.
Rüyasında, kendisinin ve cesur müritlerinin ilahiler söylediğini, “Dağılın, Hacı Murat geliyor!” naralarıyla Şamil’e nasıl saldırdığını, onu ve karılarını nasıl yakaladıklarını, hepsini nasıl birlikte tutsak aldığını görüyor; tam bu sırada sanki o kadınların çığlıklarını bile duyabiliyordu. Birden uyandı. Rüyasında okunan “La ilahe illallah!” naraları, Şamil’in eşlerinin feryatları, onu uyandıran çakal ulumalarından başka bir şey değildi.
Hacı Murat başını kaldırdı, doğuda çoktan aydınlanmaya başlayan ağaçların gövdeleri arasından görülen gökyüzüne baktı ve kendisinden biraz uzakta oturan bir müridine Han Mahoma’yı sordu. Han Mahoma’nın henüz dönmediğini duyunca tekrar başını göğsüne bıraktı ve uykuya daldı.
Bata ile olan görevinden dönen Han Mahoma’nın neşeli sesi uyandırdı onu bu sefer. Han Mahoma hemen Hacı Murat’ın yanına oturdu ve ona askerlerin kendilerini nasıl karşıladıklarını, Prens’e nasıl götürdüklerini ve Prens’in kendisiyle nasıl konuştuğunu, Rusların Miçik Deresi’nin karşı yamacında Şalinskiy düzlüğünde odun kırdıkları yerde bu sabah onlarla nasıl buluşmaya söz verdiğini teker teker anlattı. Bata, kendi ayrıntılarını eklemek için dostunun sözünü keserek onun anlattıklarını tamamlıyordu.
Hacı Murat özellikle Vorontsov’un Rusların yanına gitme teklifine hangi sözcüklerle cevap verdiğini sordu. Han Mahoma ve Bata bir ağızdan, Prens’in Hacı Murat’ı misafir olarak kabul etmeye, onun iyiliği için çalışmaya ve öyle davranmaya söz verdiğini söylediler. Sonra Hacı Murat onlara yol hakkında sorular sordu ve Han Mahoma ona yolu iyi bildiğini, onu doğrudan oraya götüreceğini garanti edince Hacı Murat biraz para çıkardı ve Bata’ya vadedilen üç rubleyi verdi. Adamlarına heybeden altın işlemeli silahlarıyla, sarığını çıkarmalarını; müritlerine de Rusların arasına girdiklerinde iyi görünmeleri için kendilerine çekidüzen vermelerini söyledi. Onlar silahlarını, koşum takımlarını, atlarını temizlerken yıldızlar çoktan kayboldu, hava iyice aydınlandı ve sabahın öncüsü serin bir rüzgâr esmeye başladı.
V
Sabahın erken saatlerinde, hava henüz karanlıkken, Poltoratskiy tarafından komuta edilen ve baltalar taşıyan iki bölük, Şahgirin Kapısı’nın altı mil ötesine yürüdüler ve gün ağarınca odunları kesmek için harekete geçen bir dizi avcı, ormanın içine yayıldılar. Saat sekize doğru, tatlı bir biçimde tıslayarak çatırdayan ateşten yükselen nemli yeşil dalların kokulu dumanına karışan sis, yavaş yavaş kalkmaya başladı ve o zamana kadar beş adım öteyi görmemiş ancak birbirlerini duymuş olan oduncular, şimdi kesilen ağaçların yığıldığı orman yolunu iyice seçebiliyorlardı.
Güneş, dağılmaya başlayan sis bulutunun ardında kâh kocaman bir çanak gibi kimi zaman bir benek hâlinde görünüyor kimi zaman da tamamen kayboluyordu. Yolun biraz ilerisinde subaylar, davulların üstünde oturmuş bekleşiyorlardı.
Açıklıkta, yoldan biraz uzakta oturan bu kişiler; Poltoratskiy, Astsubay Tihonov, üçüncü bölüğün iki subayı, muhafızların eski bir subayı ve Poltoratskiy’in düello yüzünden rütbesi geri alınmış, askerî okuldan bir arkadaşı olan Baron Freze idi. Davulların çevresine yiyecek kâğıtları, sigara izmaritleri ve boş şişeler saçılmıştı. Subaylar kahvaltı esnasında biraz votka içmiş, sonrasında İngiliz birası içmeye devam etmişlerdi. Davulcu üçüncü şişesini açıyordu. Poltoratskiy, yeterince uyumamış olmasına rağmen kendisini askerleri ve yoldaşları arasında, tehlike ihtimali olan bir yerde bulunduğu zamanlarda hissettiği o tuhaf, kaygısız neşe içerisinde hissediyordu.
Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.
Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.
“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.
Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.
İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.
Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.
Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.
Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.
“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”
Avdeyev buna cevap vermedi.
Avdeyev’in