“Hayır… Bu çok kötü! Yine bir ası boşa harcadın.” diye söylendi Poltoratskiy’in ası attığını gören yaver, öfkeden kıpkırmızı kesilerek. Poltoratskiy, sanki uykudan yeni uyanmış gibi ne olduğunu anlayamadan birbirinden ayrık iri, tatlı bakışlı gözlerini öfkeli yavere çevirdi.
Marya Vasilyevna ona gülümseyerek, “Ah, onu bağışlayın!” dedi. Poltoratskiy’e dönerek devam etti: “Size söylemiştim ya.” diyerek ekledi.
Poltoratskiy gülümseyerek, “Ama bana söylediğiniz bu değildi.” diye karşılık verdi.
“Öyle değil miydi?” diye tatlı bir gülümsemeyle sordu Marya Vasilyevna.
Bu gülümseme Poltoratskiy’i o kadar heyecanlandıran ve sevindiren bir gülümseme oldu ki yüzü âdeta kıpkırmızı kesildi ve kartları hızlıca kaparak karmaya başladı.
“Kartları karma sırası sende değil.” dedi yaver, sert bir tavırla ve sanki bir an evvel elinden atmak istermiş gibi yüzüklü beyaz eliyle kâğıtları dağıtmaya başladı. Prens’in uşağı misafir odasına girdi ve nöbetçinin onunla konuşmak istediğini haber verdi.
“Affedersiniz beyler.” dedi Prens, Rusçayı İngiliz aksanıyla konuşuyordu. “Benim yerimi alır mısın, Marya?”
“Bunu kabul ediyor musunuz beyler?” diye sordu Prenses, hızla ve hafifçe doğrulduğu sırada ipek elbisesini hışırdatarak, mutlu bir kadının ışıltılı gülümsemesiyle beylere baktı.
“Her zaman, her şeyi kabul ederim.” diye cevapladı, karşısına oyunun acemisi olan Prenses’in geçişine sevinen yaver. Poltoratskiy sadece ellerini iki yana açıp gülümsemekle yetindi. Prens, heyecanlı ve açıkçası çok memnun bir şekilde misafir odasına döndüğünde oyun neredeyse bitmişti.
“Ne öneriyorum biliyor musun?”
“Ne?”
“Birer şampanya içelim.”
Poltoratskiy, “Buna her zaman hazırım.” dedi.
“Neden? Memnun olacağımız bir durum mu var?” diye sordu yaver.
“Getir, Vasiliy!” dedi Prens hemen.
“Seni ne için çağırmışlar?” diye sordu Marya Vasilyevna.
“Nöbetçi ile birlikte bir adam geldi.”
“Kimmiş? Ne dedi?” diye sordu büyük bir merakla Marya Vasilyevna.
Vorontsov omuz silkerek, “Söylememeliyim.” dedi.
“Söylememelisin öyle mi!” diye tekrarladı Marya Vasilyevna, kinayeli bir tavırla. “Göreceğiz bakalım.”
Şampanya getirildiğinde, ziyaretçilerin her biri birer kadeh içti ve oyunu bitirip hesapları kapattıktan sonra ayrılmaya başladılar.
“Yarın ormana sizin bölüğünüz mü gidiyor?” diye sordu Prens, Poltoratskiy’e veda ederken.
“Evet, neden?”
Prens hafifçe gülümseyerek, “O zaman yarın buluşuruz.” dedi.
Poltoratskiy, Vorontsov’un kendisine ne demek istediğini tam olarak anlamamış olmasına rağmen bir dakika sonra Marya Vasilyevna’nın elini sıkacağı düşüncesiyle meşgul olarak, “Çok memnun oldum.” diye cevapladı. Marya Vasilyevna, alışkın olduğu biçimde elini kuvvetlice sıkmakla yetinmemiş, bu sefer hızlı hızlı sallayarak az önce karoyu atmakla yaptığı hatayı ona anımsatmıştı. Poltoratskiy, bunu söylediği andaki gülümsemesini de çok tatlı, sevimli ve anlamlı bularak, kendinden geçmiş bir hâlde eve gitti.
Ancak eve döndüğünde içi sevinçli bir heyecanla doluydu, onun bu hâlini kendisi gibi toplum içinde büyümüş ve eğitim görmüş, aylarca izole edilmiş bir askerî yaşamdan sonra kendi çevrelerine ait bir kadınla ve dahası Prenses Vorontsov gibi bir kadınla tanışan insanlar kolayca anlayabilirdi. Arkadaşıyla birlikte yaşadığı küçük eve vardığında kapıyı itti ama kilitliydi; ardından çaldı ama sonuç alamadı. Bu duruma canı öylesine sıkılmıştı ki kapıyı tekmelemeye ve kılıcıyla vurmaya başladı. Sonra bir ayak sesi duydu ve bizzat kendi evinden getirdiği kölesi Vavilo, kapıyı kilitleyen sürgüyü açtı.
“Ne diye kapıyı kilitledin, aptal?”
“Ama bu nasıl mümkün olabilir, efendim?”
“Yine sarhoşsun! Ben sana nasıl mümkün olduğunu gösteririm!” dedi ve Poltoratskiy, Vavilo’ya tam vurmak üzereydi ki fikrini değiştirdi. “Ah, canın cehenneme, defol karşımdan! Dur, gitmeden bir mum yak.”
“Emriniz olur efendim.”
Vavilo, gerçekten sarhoştu. Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç’in isim günü partisine gitmiş ve orada içkiyi biraz kaçırmıştı. Sonrasında eve döndüğünde ise hayatını Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç ile kıyaslamaya başlayarak, derin düşüncelere dalmıştı. İvan Petroviç’in bir maaşı vardı, evliydi ve bir yıl içinde emekli olmayı umuyordu. Vavilo ise daha küçük bir çocukken beylere hizmet etmek üzere “yetiştirilmişti” ve şimdi kırkını aşmış olmasına rağmen hâlâ evli değildi, kendine ait bir yuvası yoktu ve derbeder biçimde efendisinin peşinde göçebe bir hayat sürüyordu. Efendisi onu nadiren döverdi ama yine de yaşadığı bu hayat, hayat değildi ki!
“Kafkasya’dan döndüğümüzde beni serbest bırakacağına söz verdi, peki ama özgürlüğümü bana verdiğinde nereye gideceğim ki?” diye sorguluyordu kendini. “Bir köpekten farkım yok!” diye düşünmüş ve içkinin de vermiş olduğu ağırlıkla gözlerini daha fazla açık tutamayacağını anlayınca, birinin içeri girip bir şey çalmasından korkarak kapının kancasını takmış ve sonrasında derin bir uykuya dalmıştı.
Poltoratskiy, yoldaşı Tihonov ile paylaştığı yatak odasına girdi.
“Yine hepsini kaybettin değil mi?” diye sordu Tihonov uykusundan uyanarak.
“Hayır, bu sefer hepsini değil. On yedi ruble kazandım ve bir şişe Clicquot içtik!”
“Ve Marya Vasilyevna’yı seyrettin…”
“Evet, Marya Vasilyevna’yı seyrettim.” diye tekrarladı Poltoratskiy.
Tihonov, “Neredeyse kalkma zamanı geldi.” dedi. “Altıda yola koyulacağız.”
“Vavilo!” diye bağırdı Poltoratskiy. “Yarın beşte beni uyandırmazsan sonunu sen düşün!”
“Uyandırınca dövüyorsunuz ama nasıl uyandırayım?”
“Beni uyandırmanı söylüyorum, o kadar! Duyuyor musun?”
“Emredersiniz.” dedi Vavilo, Poltoratskiy’in çizmelerini ve kıyafetlerini alarak dışarı çıktı. Poltoratskiy yatağa girdi, bir sigara yaktı ve bu sırada gülümseyerek mumunu söndürdü. Karanlıkta, önünde Marya Vasilyevna’nın gülümseyen yüzünü görüyordu.
Vorontsovlar hemen yatmadı. Misafirler gidince Marya Vasilyevna kocasının yanına gitti, onun önünde durdu ve sert bir şekilde: “Eee, beni çok üzdünüz, söylemeyecek misiniz?” dedi.
“Aman