Şehrin kenar mahallelerine vardığımda Verde Hanım’ın sesi kulaklarımda çınladı. Güneş batmak üzereydi. Kuşlar akşam şarkılarını söylerken tarlalar ve bahçelerde sessizlik hâkimdi. Uzun uzun düşündükten sonra derin bir iç çektim ve şöyle düşündüm: “Özgürlük tahtı önünde, ağaçlar esintiyle salınıyor; özgürlüğün heybeti karşısında güneş ve ay ışığıyla seviniyorlar. Özgürlüğün kulaklarına fısıldayan kuşlar, özgürlüğün etrafında kuyruklarıyla akarsuların yanında çırpınıyorlar. Özgürlüğün göğünde kokularını yayan çiçekler, sabahın gelişi ile özgür olarak gülümsüyorlar. Yeryüzündeki her şey kendi doğasının yasasına göre yaşar ve yasaları, özgürlüğün ihtişamını ve sevincini sağlar. Oysa insanlara gelince onlar bu nimetten mahrumdurlar. Çünkü ilahi ruhları için sınırlı kanunlar koymuşlardır. Bedenleri ve ruhları için katı kanunlar çıkarmışlardır. Eğilimleri, duyguları için korkunç ve dar zindanlar inşa etmişlerdir. Kalpleri ve zihinleri için karanlık, derin mezarlar kazmışlardır. Öyleyse içlerinden biri kalkıp toplumsal yasalara karşı çıksa hemen onun isyankâr, aşağılık, ölümü hak eden bir pislik olduğunu söylerler. Ancak bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu özgürleştirinceye kadar kendi koyduğu kanunların kölesi olarak mı yaşayacak? İnsan dünyada başı eğik, geçmişe bakarak yaşamaya devam mı edecek? Yoksa gözlerini güneşe çevirip mezarlar arasında duran bedeninin gölgesine bakmaktan vaz mı geçecek?”
MEZARLARIN ÇIĞLIĞI
Hükümdar, yargı kürsüsüne doğru yönelip oturdu. Sağına ve soluna, kırışmış, asık yüzlerinde satırlarla sayfalar okunan, ülkesinin en bilge insanları oturdu. Onların etrafında ise bir ellerinde kılıç, diğer ellerinde mızrak olan askerleri duruyordu. İnsanlar hükümdarın tam karşısında durmuş, merakla, yetkili birini öldüren kişiye vereceği hükmü bekliyorlardı. Sanki hükümdarın gözlerinde, ruhlarına ve kalplerine korku salan bir güç varmış gibi başlar eğilmiş, boyunlar bükülüp nefesler tutulmuştu. Toplanma tamamlanıp yargı saati geldiğinde hükümdar elini kaldırıp bağırarak:
“Suçluları tek tek karşıma getirin, günahları ve suçları neymiş anlatın!” dedi.
Zindanın kapısı, kana susamış bir canavarın esneyen ağzı gibi aralandı ve karanlık duvarları göründü. Mahkûmların iniltilerinin, zincir ve pranga seslerine karıştığı bir kargaşa yükseldi. Herkes mezarın derinliklerinden çıkan kurbanın ölümünü görmek ve töre kurallarını izlemek için boyunlarını uzatıp bakışlarını çevirdi.
Bir süre sonra iki muhafız; çatık kaşları ve sert yüz hatlarıyla gücünü kalbinden, gururunu ruhundan aldığı belli olan bir genci mahkeme salonun ortasına getirerek bir-iki adım geri çekildi. Hükümdar ona bir dakika baktıktan sonra sordu: “Sanki yargının pençesinde değil de onurlu bir konumdaymış gibi karşımda başını dimdik tutan bu adam ne suç işlemiş?”
Muhafızlar hemen cevap verdiler: “O, gaddar bir katil. Dün, kralımızın köyleri arasında göreve giden bir subayına karşı çıktı ve onu öldürdü. Yakalandığında, kana bulanan kılıcı hâlâ elindeydi.”
Hükümdar gözlerindeki öfke kıvılcımlarıyla tahtında doğrularak sinirle haykırdı: “Tekrar zindana atın bu adamı! Zincire vurun! Şafakta kellesini kendi kılıcı ile alın. Cesedini ormana atın ki kurda kuşa yem olsun, rüzgârlar leşinin kokusunu ailesi ve arkadaşlarına savursun.”
Muhafızlar, insanların üzgün bakışları ve derin iç çekişleriyle daha gençliğinin baharında olan bu genç adamı tekrar zindana götürdüler.
İki muhafız tekrar çıktığında bu kez, yüzü umutsuzluk ve çaresizlikle solmuş, gözleri ibretle dolmuş, boynu pişmanlıkla, kalp kırıklarıyla bükülmüş, güzel yüzlü, zayıf bir kızı getirdiler. Hükümdar, genç kızı inceledikten sonra:
“Gerçeğin gölgesi gibi karşımda duran bu bir deri bir kemik kalmış kadın ne suç işledi?” diye sordu.
Muhafızlar şöyle cevap verdi:
“Bu kadın bir fahişedir. Kocası onu gece erkek arkadaşının kollarında bulmuş. Erkek arkadaşı kaçtıktan sonra, kocası kadını polise teslim etmiş.”
Hükümdar, kadını süzerken kadın utanarak başını önüne eğdi. Sonra hükümdar, acımasız ve şiddetli bir sesle:
“Bu kadını zindana atın! Dikenli bir yatağa yatırın ki kirlettiği yatağını, acı elma hoşafı ile karıştırılmış sirke içirin ki yasak öpüşmelerinin tadını hatırlasın. Şafak söktüğünde ise çıplak bedenini şehrin dışına sürükleyip taşlayın, cesedini de orada bırakın ki kurtlar ve böcekler kemirsin.” dedi.
Genç kız karanlık zindana geri götürülürken seyirciler, hükümdarın adaletine hayran olmakla genç kızın mahzun yüzüne ve güzelliğine acımak arasında kaldılar.
Muhafızlar üçüncü kez göründüğünde, titreyen dizlerini, paçavraya dönmüş elbisesinin bir parçası gibi peşinden sürükleyen yaşlı ve zayıf bir adamı getirdiler. Kaygılı bakışlarla etrafına bakıyordu. Acılı bakışlarından, sefalet, yoksulluk ve mutsuzluk yayılıyordu.
Hükümdar tiksinti dolu bir sesle:
“Yaşayanların arasında ölü gibi duran bu pisliğin suçu ne?” diye sordu.
Muhafızlardan biri hükümdara şöyle cevap verdi:
“Gece kiliseye giren bir hırsız. Rahipler onu yakaladığında kıyafetlerinin altından kutsal eşyalar çıkmış.”
Hükümdar ona, aç bir kartalın, kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi baktı ve şöyle dedi:
“Onu zindanı atın! Prangalara vurun! Sabah olunca keten bir iple yüksek bir ağaca asın. Cesedini de yerle gök arasında asılı bırakın ki toprak onun günahkâr cesedi ile kirlenmesin ve rüzgâr onun uzuvlarını parçalasın.”
Hırsızı tekrar zindana götürdüler. İnsanlar