“Gelin de size, kendilerine benzemek istemediğim bu insanların sırlarını göstereyim. Parasını cimri babasından miras almış, ahlakını yozlaşmış ara sokaklardan edinmiş zengin bir adamın yaşadığı mermer sütunlu, etrafı bakır işlemeli, kristal pencereli şu konağa bakın. İki yıl önce, ülkenin soyluları arasında yüksek bir konuma sahip olduğu dışında, hakkında hiçbir şey bilmediği bir kadınla evlendi. Balayı biter bitmez karısından bıktı ve hayat kadınlarıyla gece eğlencelerine geri döndü. Bir ayyaşın, boş şarap testisine bakıp fırlatıp atması gibi karısını bu konakta bıraktı. Kadın önce çok ağladı, acı çekti. Sonra sabretti ve gözyaşlarının, kocası gibi bir adamı kaybettiği için dökülemeyecek kadar değerli olduğunu anlayarak hatasını fark etti. Şimdiyse yakışıklı ve tatlı dilli bir gence duyduğu aşkla kendisini meşgul ediyor. Aşkını ve tutkusunu avuçlarına akıtırken kendisini terk eden, kalbinden söküp attığı eşinin servetini de gencin cebine dolduruyor. Şimdi yemyeşil ağaçlarla çevrili şu eve bakın. Ülkeyi uzun süre yöneten, şerefli bir aileye mensup bir adamın malikânesidir. Bugün ise görevden ayrılmış, servetini harcamakla, evlatlarını tembelliğe yönlendirmekle meşgul. Yıllar önce bu adam çirkin ama gerçekten zengin, genç bir kızla evlendi. Kızın büyük servetine kondu. Sonra kızın varlığını unutarak kendisine güzel bir metres buldu. Karısını, pişmanlıktan parmaklarını ısırırken özlem ve arzu içinde terk etti. Karısı ise zamanını saçlarını kıvırarak, dudaklarını boyayarak ve bedenine güzel kokular sürerek geçiriyor. Olur da belki biri kendisine bakar ve beğenir diye. Ancak kendisine bakan tek göz, aynadaki kendi gözleri… Sonra şu yazma ve heykellerle süslü, büyük konağa bakın. Orası yüzü güzel ama kötü niyetli bir kadının evidir. İlk kocası öldüğünde, onun bütün malına mülküne kondu. Sonra ismi ile insanların dilinden, varlığı ile kötülüklerden korunmak için erkekler arasından güçsüz ve iradesiz bir erkek seçerek onunla evlendi. Bütün çiçeklerden tatlı ve lezzetli bal toplayan bir arı gibi arzu ettiği erkeklerle beraber şimdi. Bir de geniş koridorları ve görkemli kemerleri olan şu eve bakın. Orası ise servet düşkünü, çok meşgul ve hırslı bir adamın evi. Huyu gibi fiziği de çok güzel, tatlı ve nazik, bütün incelikleri ruhunda toplamış, aşkla yaşayıp aşkla ölen bir karısı var. Ne yazık ki hemcinsleri gibi daha on sekizine gelmeden babası tarafından zarar görmüş ve yozlaşmış bir evliliğin boyunduruğu altına girmiştir. Şimdiyse hasta bedeni, bastırılmış duyguların harareti ile bir mum gibi eriyor, fırtınadaki tatlı bir koku gibi yavaş yavaş yok oluyor. Hissettiği ama göremediği güzel bir şeyin aşkıyla ölüyor. Günlerini para biriktirmek, gecelerini de paralarını saymakla geçiren, servetinin mirasçısı olacak, ismini kendisinden sonra yaşatacak bir erkek çocuk doğuramayan kısır bir kadınla evlendiği güne lanet eden, diş gıcırdatan o adamın köleliğinden ve hareketsiz hayatından kurtulmak için ölümü bekleyerek sabrediyor. Sonra meyve bahçeleri arasındaki şu ıssız eve bakın. Şiirlerini anlamadığı için alay eden, sert mizaçlı, yaşam biçimine uyum sağlayamadığı için tavırlarına gülen cahil bir kadınla evli, yüce fikirli ve hayalperest bir şairin evi. Şimdi o şair, evli bir kadını sevmekte, aşkından yanıp tutuşmakta. Kalbinde aydınlık duygular uyandıran bu kadının güzel tebessümlerine, parlak bakışlarına ölümsüz dizeler söylemekle meşgul.” Verde Hanım bir an sessiz kaldı. Sırlarla dolu sahte evlerin arasında dolaşmaktan yorulmuş gibi pencerenin yanındaki sandalyeye oturarak sessizce: “İşte bunlar, içinde yaşayanlar gibi olmak istemediğim konaklar. İşte bunlar, diri diri gömülmek istemediğim mezarlar. Bu insanlar kazançlarına muhtaç olmadığım, zenginliklerine minnet etmediğim, boyundurukları altına girmediğim insanlardır. Bedenleri ile evli ancak ruhları ile ayrı olan bu insanların, cahilliklerinden başka kurtarıcıları yoktur. Onlardan nefret etmiyorum hatta kınamıyorum. Yalnızca acıyorum. İkiyüzlülüğe, yalanlara ve kötülüklere teslim olmalarına acıyorum. Bu insanların gizli yaşantılarını, kalplerindeki sırları yani tüm bunları iftira ve dedikoduyu sevdiğim için anlatmadım size. Aksine, düne kadar içinde olup da bugün aralarından kurtulduğum, hakkımda her kötü sözü söyleyen bu insanların içyüzünü size göstermek için açıkladım. Benliğimi kazanmak için onların dostluklarını kaybettim. Onların karanlık, yalanlarla dolu yollarından ayrılarak gözlerimi samimiyetin, doğruluğun ve adaletin aydınlığına çevirdim. Şimdi beni kendilerinden soyutladılar. Oysa ben buna razıyım. Çünkü insanlar ancak adaletsizliğe ve baskıcı bir ruha isyan edeni soyutlarlar. Toplum tarafından dışlanmayı esarete tercih edemeyenler, hakkıyla hür değillerdir. Dün iştah açıcı bir sofra gibiydim; Raşit Bey’in yalnızca acıkınca yanıma geldiği… Oysa ruhlarımız, değersiz iki hizmetçi gibi birbirine uzaktı. Gerçeği gördüğümde boyun eğmeye çok çabaladım ancak yapamadım. Ruhum, bütün bir ömrü, karanlık nesillerin diktiği, kanun denilen korkunç bir putun önünde diz çökerek geçirmeyi reddetti. Zincirlerimi kırdım. Fakat aşkın beni çağırdığını duyana ve ruhumun gitmeye hazır olduğunu görene kadar onları üzerimden atamadım. Takıları, hizmetçileri ve at arabalarını ardımda bırakarak bir esirin zindandan kaçması gibi Raşit Numan Bey’in evinden kaçtım. Evi boş ama yüreği sevgiyle dolu sevgilime geldim. Doğruyu ve olması gerekeni yaptığımı bilerek. Çünkü Allah’ın istediği, kanatlarımı kırıp yere düşmek ve hayattan nasibim buymuş diyerek gözlerimden yaşlar dökmek değildi. Geceler boyunca şafağın sökmesini, şafak söktüğünde ise günün bitmesini diledim. Allah acı içinde yaşamamı isteseydi kalbime mutluluk yerleştirmezdi. Çünkü Allah, insanın mutluluğundan şeref duyar. İşte benim hikâyem bu. Ruhlarının isyan etmesinden, toplumun temellerinin sarsılıp başlarına yıkılmasından korktukları için insanlar kulaklarını tıkarken yeryüzü ve gökyüzü önünde sürekli tekrarladığım itirazımdır bu. Şimdi ölüm gelip beni alsa ruhumu korkmadan, utanmadan hatta sevinç ve umutla dimdik, yüce arşın önüne koyardım. Vicdanımın sargıları çözülse ruhum kar gibi bembeyaz ortaya çıkar. Çünkü ben Allah’ın bana verdiği iradenin istediğinden başka bir şey yapmadım. Kalbimin sesinden ve meleklerin şarkılarının yankısından başka bir ses takip etmedim. İşte Beyrut halkının, toplumsal yaşamın bünyesinde bir hastalık, hayatın ağzında bir lanet olarak gördüğü hikâyem budur. Ancak zaman, insanların karanlık yüreklerinde güneşin ölü artıklarıyla dolu topraktan çiçekler açtırması gibi sevgi uyandırdığında pişman olacaklar ve işte o zaman yoldan gelip geçenler, kabrimin başında durup selam vererek şöyle diyecekler: ‘İşte burası, dürüst sevgiyi yaşamak için duygularını yozlaşmış insanların kanunlarının esaretinden kurtaran, kafatasları ve dikenler arasında bedeninin gölgesini görmemek için yüzünü güneşe dönerek yatan Verde Hanım’ın mezarıdır.’ ”
Verde Hanım sözünü bitirir bitirmez kapı açıldı ve içeriye zayıf, yakışıklı, gözlerinden büyülü ışınlar süzülen, dudaklarında nazik bir gülümsemeyle bir genç girdi. Verde Hanım ayağa kalktı ve sevgiyle gencin kolundan tuttu. Anlamlı bir bakışla ve nazik bir ses tonuyla adımı söyledikten sonra genci bana tanıttı. İşte o zaman anladım. Uğruna dünyaları reddettiği, kanunlara ve törelere boyun eğmediği genç, bu gençti. Sonra hepimiz sessizlik içinde oturduk. Her birimiz diğeri hakkındaki düşüncesini merak ediyordu. İnsanı ruhlar âlemine götüren sessiz bir dakikadan sonra, yan yana oturan Verde Hanım ve gence baktığımda, daha önce görmemiş olduğum bir şey gördüm ve bir an için