“Ben.” dedim. “Eski Türkleri bilmem. Yeni Türkler de bir ad kor, o adın kıyamete kadar sürmesini isterler. Bunun için de bu ad yıllarca dayanacak, rengi solmayacak, boyası has, dokuması sağlam bir ad olmalı.” dedim. “Anlaşıldı mı?”
“Böyle sağlam adı nereden bulacaksın?” diyor.
“Nereden mi?” dedim. “Kendi dilimden, kendi sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, kırlarımızdan, dağlarımızdan, otlarımızdan, sularımızdan, geleneklerimizden… Anlatabildim mi?” dedim. “Ben.” dedim. “İvecen değilim, düşünmekten de korkmam.”
Karısı benden yana döndü:
“E, bizim düşünmediğimizi nereden biliyorsunuz?” dedi.
“Bilmiyorum, çok saygıdeğer bayan.” dedim. “Bilmiyorum. Bilemem de! Ancak sayın eşinizin tembel demesine karşılık ayıttım, genel olarak! Bununla beraber ivedi olur da kişi, adını da yahşırak yapar. Buna sözüm yoktur. Yalnız ben başaramam.”
Geçen günü oğlum gelmiş. Diyor ki:
“Baba herkes soyadını almış. Biz daha bir soyadı bulamadık.”
Kızdım.
“Ben.” dedim. “Kolay soyadı bulamam.” dedim. “Arayacağım. Şapkamı da önüme koyup düşüneceğim. Anladın mı?”
“Ben.” diyor. “Bir soyadı işittim, pek beğendim, eğer siz de beğenirseniz onu alalım.”
“Neymiş o soyadı?” dedim.
“Özkan.” diyor.
“Güzel soyadı ama…” dedim. “Ben adımı Oskan koyamam, anladın mı? Ne zoruma!”
“Baba.” diyor. “Bu Oskan değil, Özkan.” diyor.
“Anladım.” dedim. “Özenmiş, benzetmiş derler ya! O kadar da aklım yok mu? Hem…” dedim. “Asılırsan da Frenk sicimiyle… Öyle Oskan, Arkan, Artun, Toros bize yaramaz.” dedim.
“Ama herkes koyuyor.” dedi.
“Ben.” dedim. “Herkesin kâhyası değilim. Kimbilir ne zoru vardır da kor.” dedim. “Sever kor, benzetir kor, düşünmez kor, farkında olmaz kor, karısı, kızı beğenir kor, ben ne bileyim. Ben…” dedim. “Sevmem, beğenmem, benzetmek istemem; düşünürüm, bunun için de komam. Anlaşıldı mı?” dedim. “Hadi şimdi çek arabanı!”
Gitti. Gitmiş kardeşime, kardeşimin çocuklarına demiş ki:
“Oo, babama kalırsa daha yıllarca soyadı alamayız!”
Onlar da çocuk değiller mi? Özeniyorlar. Üzülmüşler.
Ertesi günü kardeşimin büyük oğlu geldi.
“Amca!” dedi. “Bizim arkadaşlardan ikisi bir soyadı bulmuşlar, babam beğendi. Eğer siz de beğenirseniz, biz de alalım, herkesten ayrılmamış oluruz!”
Güldüm.
“Ay oğlum.” dedim. “Soyadı herkesten ayrılmak içindir. Sen…” dedim. “Fakülte de bitirdin. Soyadının ne demek olduğunu bilmiyor musun?”
“Amca!” diyor. “Fransa’da da Düpon’la Düran çoktur.”
“Çoktur da iyi midir?” dedim.
“E, on beş milyon adı, nereden bulacağız?” diyor.
“Bu da yanlış.” dedim. “On beş milyon değil, üç milyon. Sonra…” dedim. “Bunun tasası sana mı düştü? Bunu düşüneceğine, bir güzel soyadı düşünsene!”
“Ben düşünmeyelim diye söylüyorum.” dedi.
“Ben.” dedim. “Senin gibi kafası tembel adam değilim. Anladın mı? Düşünüyorum. Bir gün de bulurum!”
O da gitti. Bir hafta daha geçti. Bir gün kardeşim gelmiş. Daha eczaneden girerken niçin geldiğini anladım.
“Ne o, soyadı mı?” diye sordum. Güldü.
“O da var.” dedi.
“Anlat bakalım.” dedim.
“Anlatacağım bu.” diyor. “Sen boş yere düşünüyorsun. Bizim memleketimizde soyadımız var, onu alalım, bitsin gitsin!”
“Sayın büyüğüm!” dedim. “Saygılarımı sunar, her sözünü de dinlerim. Yalnız bu hususta beni bağışlamanızı dilerim. Bize babamızdan ‘Oynaklar’, anamızdan da ‘Fıstıklar’ derler. Elimize yeni bir soyadı almak fırsatı geçmeseydi, ne yapardık bilmem! Oynak olmaktansa, belki Fıstık olmaya katlanırdık. Bilir misiniz sayın büyüğüm, aklıma ne geldi. Anamızın büyükbabalarından biri tombul, kısa boylu, şişman, eli ayağı ufak bir adam olmalıdır ki ona fıstık demişler. Böyle fındık fıstık gibi adları böyle adamlara gençliklerinde korlar. Diyelim, ‘Fıstık Hafız’ demiş olsunlar. Bu ad da kalmıştır. Bizler hadi neyse, böyle biraz gülünç bir adamın hafif adına katlanalım ama yarın, bizim soyumuzdan kimlerin yetişeceğini kimbilir! Yargıçlar, savcılar, profesörler, generaller, amiraller kimbilir, belki de bir devlet başkanı, yahut hükümet ya da meclis başkanı … Ben…” dedim. “Ne olursa olsun, bir devlet büyüğünün Oynak, Fıstık, Şeftali olduğunu, ya da Öpücük, Göbek olduğunu ne kadar istemezsem, bunları da o kadar istemem. Soyadıdır, ola da bilir, derler. Derler ama kulak asma. Bize yaramaz. Bunların yerlerine bir uydurma ad daha iyidir. Bunun için sayın büyüğüm, bu sizin dediğinizi onaylayamam.”
Ali Şevki’nin eşi bayan, sözümü kesti:
“Bizim.” dedi. “Soyadımız Özten. Bu adı beğeniyor musunuz?”
“Çok sayın bayan.” dedim. “Ben…” dedim. “Başkalarının soyadlarına nasıl karışabilirim. Beğenmiş, kendinize yakıştırmış, takınmışsınız. Buna söz olur mu? Bir arkadaşım da adını İbsen koydu. İsveçli bir edibin adıdır. Onu severmiş, kendini ona benzetirmiş. Bu fırsat çıkınca hemen adını almış. Bir başka arkadaşım da zavallı, çok iyi bir adamdır, bir ömür verem hastalığını taşıdı. Bir deri bir kemik denecek kadar kurudu. Kendini korkunç bir pehlivan sanırmış ki adını Çelikkol koymuş. Koyabilir. Buna karışmak olmaz!”
Ali Şevki’nin eşi;
“Yok.” dedi. “Karışmak değil; bizim adımızı nasıl bulduğunuzu anlamak istiyordum.”
“Ha!” dedim. “Evet anladım. Osten’e benziyor. Biraz kuzey kokusu olan bir ad. Hiçbir anlamı olmaması da güzelliği!”
“Niçin?” dedi. “Bu adın hiçbir anlamı yok mu?”
“Belki var ama sayın bayan.” dedim. “Ben bilmiyorum. Ayrı ayrı alırsak ‘öz’ü anladım, iç demek, aslı, kendi demek yahut buna benzer bir şey. Ama ‘ten’ dedim, ten ne demek?”
Bayan Özten kocasına baktı, kocası da bana baktı. ‘Ten’in içinden çıkamadılar.
“Bana kalırsa…” dedim. “Bu söz can demek ise ‘tin’ olmalıydı. Eğer değil de Fars dilindeki ‘ten’ ise, Ali Orhan, Ahmet Turgut gibi adınızın yarısı Türkçe, yarısı da başka dildendir. Yüzyıllarca yaptığımız gibi gene yaparız.”
“Biz.” dediler. “Ne demek olduğunu düşünerek almadık.
Komşumuzun çocuğu okulda duymuş, onlar beğendiler, aldılar.
Biz de beğendik, biz de aldık.”
“Çok güzel etmişsiniz, sayın bayan.” dedim. “Yalnız mahallenizde bu soyadını