1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
ANLAŞILMAMIŞ BİR NOKTA
Geçen sonbaharda bir gece, Direklerarası’nda bir Fransız operet kumpanyasının “Kavaleriya Rustikana”yı1 oynayacağını duyarak oraya gitmiştik.
Avrupalıların bazı o kadar meşhur eserleri vardır ki, onların adı buralara kadar yayılıyor, duyuluyor; görsün görmesin, halk, ismini duyunca iyi bir şey olduğuna inanmış oluyordu…
“Safo mu? Haa iyi bir romandır!” (Hemen her ağızda aynı şey.)
“Bu Napolyon yaman, zorlu bir asker!” (Eyfel’in büyük bir kule olduğunu bilmek cinsinden bir biliş…)
“Kavaleriya Rustikana” da böyle… Şunu bir kere görelim, dedik. İtalyalı musikişinas bakalım ne yapmış.
Hava biraz bozukçaydı, dışarda serin bir yağmur çiseliyordu. Bunun için hemen bütün tiyatro, boş denilecek kadar tenha, kimsesiz… Birinci mevki koltuklarında beş-on genç efendi oturuyordu. İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak bir ikisi tutulmuş…
Lakin oyuncular meyus olmayarak gene saati geldiği vakit perdelerini açtılar. Açtılar ama şaşılacak şey!.. Kavaleriya Rusti-kana Japon esvabına bürünmüş!..
Alınları tıraşlı başlar, Çinli hizmetçinin uzun saçı, kadınların entarileri, değirmi Japon şemsiyeleri…
Acaba yeni bir şey mi? Arkadaşlar birbirimize sorduk. Kavaleriya Rustikana herhalde Japon elbiseleri ile oynanıyordu… Bu muhakkak, hele oyun biraz oynanınca, hatırımda kaldığına göre “Kirişima” isminde bir Japon opereti olduğu anlaşıldı.
İlan başka, oyun başka… Derhal bizi aldatan bu adamları tahkir etmek ve buradan çıkıp gitmek vardı. Lakin birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!
Âlâ! Oturduk ve seyre koyulduk. Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil. Bir aralık “primadonna” sahneye buyurdular ve pek de muvaffak olmayan sedaları ile avazı göklere çıkararak tegannide bulundular.
Ben, bu boş localar, boş sandalyeler karşısında yorulan sanatkârlara acıyor ve halkın bu anlaşılamamaklık karşısında hiddetinden, infialinden, gücenmesinden korkuyordum. Lakin primadonnanın nefesi kesilir kesilmez, bir alkıştır koptu… Aman yarabbi! Bu işleri bilen, anlayan, telezzüz2 eden insanlar da bu oyunu ancak bu kadar takdir edebilirlerdi.
Bunda primadonnanın güzelliğinin de tesiri olabilirdi. Fakat hiç şüphe etmem ki bu da değildi. Çünkü primadonnadan çok daha güzel kadınlar bu sahnede çok görülmüştür.
Oyunun, bu anlaşılamayan Kirişima Operetinin üç perdesi de böyle alkışlar içinde geçti.
Üçüncü perde oynandıktan sonra seyircilerin bir de Kavaleriya Rustikana’yı bekleyeceklerini düşünen tiyatro müdürü, halkı boş yere bekletmemek için Allah razı olsun, bir çare düşünmüş, gür sesli bir zatı tayin etmiş. Perde kapanır kapanmaz, bu adamcağız sahnenin bir köşesinden “Paydos!” diye bağırmaya başladı.
Ve halk, gördüklerine kanaat ederek ve oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar.
Seyirciler içinde Kavaleriya Rustikana’yı seyrettiklerini sananların; bir gün, bir vesileyle bu oyunu seyrettiklerini iddia edecekler var mıydı? Bilmem. Ancak, bence anlaşılamayan bu oyunun, ne pek güzel, ne de pek fena sesli olmayan pirimadonnasının alkışlanmasının sebebi, hâlâ öğrenilememiş, keşfolunamamıştır. Bu nokta ebeden böyle kalacaktır…
GÜZEL BİR ÖLÜM
Beş-on kişi, köşkün önünde toplandık; içimizden birini pek iyi tanıyan, arkadaşlar arasında az görüşülmüş, konuşulmuş köşk komşuları da vardı. Sonbahar yağmurlarından sonra güneşli, sıcak, güzel bir gün…
Köşkün arka tarafında birkaç mahalle fukarası, güneşe karşı duvarın kenarına çömelmiş, bizim gibi, cenazenin zuhurunu bekleyerek, birbiriyle tatlı tatlı konuşuyorlardı.
Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor. İki ufak çocuk konuşarak Fener’e doğru gidiyor, halleri o kadar sade, o kadar sevimli ki, imrenmemek mümkün değil. Deniz! Adalara doğru serilmiş uyumuş, ta uzaklarda harelendiği, akıntılarla ufak ufak çırpındığı yerlerde yüksek dalgacıklar güneşle yaldızlanıyor, gümüş gibi parlıyor, kıpırdıyordu.
Bizim arkadaşın ne kadar bahtlı büyük anası varmış…