Bardaklarımızı kadının sağlığına kaldırdık. Don Juan kalkıp gitti, odasından birkaç kâğıtla birlikte bir gramofon getirdi ve plakları çalmaya başladı. Sonra pat diye kadını dansa davet etti, bir kez değil on kez değil, ben Hasan’ın kötü bakışlarının farkındaydım, dişini gıcırdatıyordu ve dışarıdan mübarek yüzüne bunu yansıtmıyordu.
Öğle yemeğinden sonra, çıkıp biraz hava almaya karar verdik. Çalus Caddesi’nde gezerek yürümeye başladık. Yolda Don Juan sessizce bana: “Bu gece de kalacağım.” dedi. Sonra kadını yıllardır tanır gibi onunla samimice sohbete daldı! Her şeye ve her yere dair bilgisi vardı. Kadına yalan hikâyeler de anlatıyordu, biz iki kişinin hayatımızı anlatmamıza fırsat vermeyecek şekilde!
Hasan ani bir karar vermişçesine bir şey söylemek üzere kadının yanına gitti. Fakat kadın ona ters ters bakarak: “Başını kaldır, kıyafetindeki bu leke de ne?” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp kadının omzuna attı. Ben onlara yaklaştım. Don Juan, caddenin kenarındaki çamurlu ırmağı ve uzaktan görünüşü yerden çıkan çalı süpürgesi gibi olan ağaçları işaret ediyor ve: “İnsanın gelip böyle yerlerde yaşaması ne iyi olurdu! Bu hava, bu ırmak, bu ağaçlar bir ay sonra canlanacaklar. Mehtaplı gecede insan ırmak kenarına gelecek, bir de gramofonu olacak… Yazık oldu fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın köylerden yeni kıyafetlerini giymiş köylü adamlar vardı ve rengârenk giyimli çocuklar gelip geçiyorlardı. Kadın yorulduğunu söyledi. Don Juan ırmak kenarında bir mekânı işaret etti. Gidip taşların üzerine oturduk. Irmağın çamurlu suyu yükselmişti, zincirli dalga çıkarıp çamur ve çöpü topluyordu. Gözümüzün önünü toprak tepeler ve kırağı çalmış sıra dağlar sarmıştı. Hava biraz daha ısınmıştı. Don Juan giysisini çıkardı ve orada oturduğumuz süre boyunca âşığından, ceketinin parfümünden, aşktan, namustan ve Kafkas dansından bahsetti. Kadın da ağzı açık onun boşboğazlığını dinliyordu. Aptalca sözler söylüyordu, örneğin: “Bundan daha iyi bir pantolonum vardı, geçen hafta gittim arkadaşlardan biriyle uçağa bindim, ineceğimizde bacağım gitti yerdeki taşa çarptı. Dizimin üzeri parçalandı, lüks terzi bu pantolonu bana 25 tümene dikmişti. Bacağımın her yeri yaralanmıştı. Maktowel’ın yakınındaki Amerikan Hastanesi’ne gittim. ‘Allah sana acımış, diz bağın hasar görseydi sakat kalırdın.’ dedi. Üç gün yattım, iyileştim ancak o yukarıdan evlerin çatıları o kadar güzel görünüyordu ki! Kendi evimizi de yukarıdan gördüm. Sipehsalar Camisi’nin kubbesi de görünüyordu. İnsanlar karınca gibiydiler. Fakat uçak ineceği zaman insanın yüreği hopluyor!..”
Sonunda, yorgunluğu giderdikten sonra, kalktık ve Kerec’e geri döndük. Hasan ve Don Juan’ın keyifleri yerindeydi, Kafkas tonunda ıslık çalıyorlardı. Kadın dans etmeye geldi, ayakkabısının topuğu çıktı: “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan almıştım!” dedi. Hizmete hazır Don Juan, bir taş parçasıyla ayakkabının topuğunu düzeltti. O esnada kadın ona eliyle dayanıyordu.
Hasan benimle konuşmaya başladı, kafede bana söylediği şeyin aksine: “Bu bana karı olmaz mı? Bırakmam gerek. Ben bunun boğazını doyuramam. Evimiz hiç kapanmaz, özgür de olmak istiyor, fazla özgür!” dedi.
Akşamüzerine doğru misafirhaneye girdik, birkaç şişe arak, gramofon ve türlü türlü çeşitler masayı donatmıştı.
Don Juan gramofonu çalıştırdı ve peşinden kadınla dans etmeye başladı. Hasan küplere bindi ama şakaya vurarak, kinayeyle: “Canım benim doğru söyle, âşığımıza âşık mı oldun, söyle de biz de boşayalım.” dedi.
Don Juan duygusal bir keman plağı çaldı, gelip yatağa oturdu ve: “Pekâlâ! Benim kendi nişanlım var, hiç aklına geldi mi?” dedi. El çantasından üzgün bir kız fotoğrafı çıkardı. Öpüp başına, yüzüne sürdürüyordu, gözlerinden yaşlar yuvarlandı, ağlamaya hazırmış gibi.
Kadının şefkat duygusu kabardı, kalktı Don Juan’ın yanına gidip oturdu. Hasan, karısı ve Don Juan’ın dans etmelerini önlemek için hizmetliden kâğıt oyunu istedi ve Don Juan’ı belot5 oynamak için davet etti. Onlar iki kişilik belot oynamakla meşgullerdi ancak kadının keyfi yerindeydi belindeki kıpırtı durmuştu. Güya Hasan ile inatlaşmak için bir plak çaldı ve beni dansa davet etti. Dansın ortasında kadının elimi bastırdığını ve bana ilgi gösterdiğini hissettim, iki üç kere yüzünü benim yüzüme yapıştırdı.
Hasan fırsattan istifade oyunda Don Juan’a zehrini kusuyordu. Bağırıp çağırıyordu, sinirlenmişti. Dans bitince kadın gidip, Hasan’a ıslak bir sille vurdu ve: “Git defol! Bu ne öfke? Ne ayıp. Git kaybol, tıpkı bir ceset!” dedi.
Hasan ona dik dik baktı, boğazı düğümlenmişti. İstemsizce kravatını düzeltmek için elini kaldırdı ama yakası açıktı. Don Juan oyunu bıraktı ve tekrar kadınla dans etmeye başladı. Ben çaktırmadan Hasan’ı izliyordum, kalktığını, odadan çıktığını gördüm. Don Juan bir tango plağı koydu.
Hasan odaya girdi, etrafına bir baktı, gelip benim elimi tuttu ve odanın dışına çekti. Elinin titrediğini hissettim: Avlunun gaz lambasının altında şakaklarında damarları kabarmıştı, gözleri açık ve alt dudağı sallanmıştı. Tam da onu okulda gördüğüm laubali hâline dönmüştü. Elimi tutarken kesik kesik: “Dün gece bana ‘ben sadece seni düşünüyorum’ dedin, onu benimle tanıştırman senin hatan! Sen görmüştün, tanıyordun ama o benim iznim olmadan eşimle dans ediyor. Bu medeniyete ters değil mi? Sen ona bu şımarık, çocuksu tavırlarını bırakmasını söyle. Sahte yüzüğünü benim kadınımın gözüne sokuyor, on bin tümen sevgilime harcadım diyor! Âşık oluyor, gramofon plağının önünde ağlıyor. Benim eşek olduğumu sanıyor. Dans ederken neden benden izin istemiyor? Hepsini görüyorum, ben ondan daha akıllıyım. Ben de aşk acıları çektim. Bak, onu benimle sen tanıştırdın. Bu kadının çok özgür olduğunu biliyorsun. Onunla fazla yaşayamayacağımı da biliyordum ama artık gidiyorum, burada ayak bağı olmayacağım.” diye konuştu.
“Vay arkadaş! Bir gece bin gece olmaz. Şimdi git yüzüne bir avuç su çal, şeytanın eşeğinden in. Arak içtin saçmalıyorsun. Yılın ilk gecesine bakıp konuşmak kötüye alamettir.”
Fakat benim cevabım kötü etki yaptı. Hasan bir şeyden alevlenmişçesine aceleyle kendi odasına gitti, kadının çantasından para aldı, şehre gitmek üzere hizmetliden özel taksi çağırmasını istedi. Çünkü hızla hareket etmeyi düşünüyordu. Tam da misafirhanenin önünde bir araç duruyordu. Deli gibi etrafına baktı uykulu şoförün başına gitti, uyandırdı ve: “Derhâl şehre gitmeliyim, ne istersen veririm. Acele et!” dedi.
Hasan paltosunun yakasını yukarı kaldırdı. Gidip, Ford’un içine oturdu. Şoför gözlerini ovuşturuyor, araca doğru yürüyordu. Ben şoföre: “Saçmalıyor, sarhoş oldu, git uyu.” dedim.
Şoför de Allah’tan istemişçesine, uyumaya geri döndü. Bir anda değişken Hasan’ın karısı kaşlarını çatarak geldi, otomobilin yanına gelip Hasan’a başını uzattı ve: “Geberesice! Sen adam değilsin, ölü tuzun dökülsün cesedini götürsünler!” Yüzünü bana çevirerek: “En başından ona acıyordum âşık değildim. Bu, kardeşimin karısı gibi bir kadına layıktır.” Tekrar Hasan’a dönerek: Kalk, kalk buraya gel odaya, seninle konuşacaklarımı tamamlamam gerek. Beni burada çölün ortasında bırakmak mı istiyorsun? Kahrolasıca!” diyerek serzenişte bulundu.
Hasan sersemlemiş bir hâlde ayağa kalktı, odaya gitti, yatağa düştü, ellerini yüzüne