Ocağa gelince, arkaları ocağa dönük, elleri arkalarında, oduncu kumaşından takımlar giyen, kösele sırım uçlarıyla boyunlarında eldivenleri sallanan, kürk başlıklarının kulakları kapatan kısımları kalkık vaziyette duran birkaç madenci. Prince ocağın yanında, bir Kızılderili koca odun parçaları ile ateşi harlıyor. Atlı polis içeri girip çıkıyor. Sitka Charley kar ayakkabılarını inceliyor, ayakkabıları büküyor ve deniyor. Tezgâhın arkasında birkaç tezgâhtar. İçlerinden biri tezgâhın sağ ucunun yakınlarındaki bıyıklı bir madenci ile ilgileniyor.
MADENCİ: (Acınacak hâlde) “Un yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Kafasını sallar.)
MADENCİ: (Daha acıklı hâlde) “Fasulye yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Aynı şekilde kafasını sallar.)
MADENCİ: (En acınası hâlde) “Şeker yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Tezgâhın arkasından gelip sobaya yaklaşır, öfkelendiği bellidir, başını vahşice sallar, yolun yarısında Madenci ile karşılaşır, Madenci geriye doğru adım atar.) “Hayır! Hayır! Hayır! Sana ‘hayır’ diyorum! Fasulye yok, şeker yok, hiçbir şey yok!”
Sobada ellerini ısıtır ve Madenci’ye gaddar bir bakışla bakar. Dave Harney sağdan içeri girer, ayakkabılarındaki karları temizler ve ocağa doğru yürür. Uzun boylu ve zayıftır. Gevşek eklemleri ile paytak paytak yürümekte ve Tezgâhtar ile Madenci’yi ilgiyle dinlemektedir. Konuşma isteğini belli etse de soğuktan donan bıyıklı ağzını açamaz. Buzların çözünmesi için sobaya doğru eğilir.
MADENCİ: (Tezgâhtar’a hitaben, artan bir öfkeyle) “Yüce ve azametli rolü kesmene pekâlâ seni sinsi ufak tezgâh zıpzıpı. Ama hepimiz lanet şirketinin neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyoruz. Yiyecek saklamanızın sebebi fiyat yükseltmek, yaptığınız tam olarak bu. Kıtlık fiyatları sizin işiniz.”
TEZGÂHTAR: “Raflara baksana be adam! Raflara bak!”
MADENCİ: “Peki ya depolara ne demeli? Tavana kadar yiyecekle dolu.”
TEZGÂHTAR: “Değil.”
MADENCİ: “Sanırım boş olduklarını söylüyorsun.”
TEZGÂHTAR: “Boş değiller. Ama içlerindeki azıcık yiyecek de sen ülkeye gelmeyi daha düşünmeden geçen bahar ve yazda siparişlerini veren Alaska madencilerine ait. Üstelik bu madencilerin sayısı bile azaltıldı, yarıya indirildi. Şimdi sesini kes. Daha fazla bir şey söylemeni istemiyorum. Siz yeni gelenler bu ülkeyi yönetmeyi aklınızdan bile geçirmeyin çünkü bunu başaramayacaksınız.” (Madenci’ye arkasını dönüp) “Lanet olası yeniler!”
MADENCİ: (Yere çöker ve korkar ancak Tezgâhtar’dan değil kıtlıktan korkmaktadır.) “Peki Tanrı aşkına ben ne yapacağım? Tüm kış için 50 pound (22,6 kg) kadar bile unum yok. Eğer satarsan yiyeceğimin parasını ödeyebilirim. Beni açlığa terk edemezsin!”
DAVE HARNEY: (Bıyığındaki son buz parçasını da koparır ve yere atar. Buz parçası ses çıkarır. Ağır ağır konuşur.) “Ah, siz yeniler insanı çok yoruyorsunuz. Sizin gibi mahlukatı daha önce hiç görmedim. Bu ülkede sizden çok daha iyi insanlar açlık çekti ve lafını da etmediler hani. Hepsi de bir deri bir kemikti doğru bildiysem. Bunun ne olduğunu zannediyorsun? Pazar pikniği mi? Öylece geliverdin, değil mi? Üstelik de sağlam korkmuşsun. Bana bak hele, ben eskilerdenim, Alaska madencilerinden, bundan da gurur duyuyorum. Kimseler şirketi suçlamadan önce geldim ben bu ülkeye. Kahvaltım için balık tuttum, akşam yemeğim için ava çıktım. Balıklar yemi yutmadığında ve av olmadığında da sadece kemerimi biraz daha sıkıp yürüyüp gittim. Somon gövdesi ve tavşan izleriyle idare edip mokasenlerimi yedim.” (Neşeyle) “Sana derim ki bu memleket senin suyunu çıkarır!” (Eskilerden biriyle yüz yüze gelen Madenci, bu nutuk karşısında allak bullak olur ve nihayet diğer madencilerin arkasına çekilir. Oradan da sağ taraftaki çıkışa yönelir. Cebinden bir kâğıt çıkarıp gösterir.) “Buraya bak hele Tezgâhtar Efendi, buna ne dersin?”
TEZGÂHTAR: (Gözünün ucuyla kâğıda bakar.) “Gıda sözleşmesi.”
DAVE HARNEY: “Ne anlama geliyor peki?”
TEZGÂHTAR: (Bitkin bir şekilde) “1000 poundluk yiyecek.”
DAVE HARNEY: “Peki ne kadar şeker?”
TEZGÂHTAR: “1000 poundluk yiyecek.”
DAVE HARNEY: “Bir daha de.”
TEZGÂHTAR: (Kâğıttaki maddeye bakar ve okur.) “75 pound.”
DAVE HARNEY: (Muzaffer bir şekilde) “Ben de öyle gördüm. Gözlerimin iyi olduğunu düşünmüştüm.”
TEZGÂHTAR: (Bir müddet duraksadıktan sonra) “Yani?”
DAVE HARNEY: “Yanisi, depodaki o uyuz ufak herif kâğıt üzerinde sadece beş yüzlük alabileceğimi, hiç de şeker alamayacağımı söylemişti. Ne demek oluyor bu?”
TEZGÂHTAR: “Anlamı beş yüz pound ve şeker yok demek. Azaltma bugün yürürlüğe girdi. Emirler böyle.”
DAVE HARNEY: (Hevesle) “Hiç şeker olmayacak mı?”
TEZGÂHTAR: “Hiç şeker olmayacak.”
DAVE HARNEY: “O yiyecekler benim, şeker de. Geçen baharda parasını ödedim. Şuradaki tartılarda altın tozumu1 tarttım.”
TEZGÂHTAR: “Yapabileceğim bir şey yok, talimatlar bu şekilde.”
DAVE HARNEY: (Hevesle) “Hiç şeker olmayacak mı?”
TEZGÂHTAR: “Hiç şeker olmayacak.”
DAVE HARNEY: (Düşünceli bir şekilde, alçak sesle) “Tuhaf ama değil mi? Çok tuhaf hem de. Elimde iki tane beş yüzlük Eldorado belgesi var, kendim de beş milyon ederim ama lapamı ya da kahvemi tatlandırmıyorum.” (Ani bir öfkeyle Tezgâhtar’a döner, Tezgâhtar bitkin bir şekilde tezgâhın gerisine çekilir.) “Lanet olsun! Bu memleket alev alsa da umurumda olmaz. Ben bırakıyorum. Kesinlikle bırakıyorum. Birleşik Devletler’e dönüyorum. İdareyle görüşeceğim.” (Hızlı adımlarla soldaki kapıya doğru yürür.)
TEZGÂHTAR: “Dur!” (Dave Harvey durur.) “Patron meşgul, yanında Vanderlip var.”
DAVE HARNEY: “Demek o da şeker teklifine itiraz ediyor, değil mi?”
TEZGÂHTAR: “Hayır, etmiyor.”
DAVE HARNEY: “O zaman hadi bakalım. Dave Harney, Vanderlip ya da başka bir adamı beklemez.” (“Özel” yazısı bulunan bir kapıyı sarsarak açar. Vanderlip kapıda görülür, içeri girmektedir.)
VANDERLIP: “Merhaba Dave. Acelen ne?”
DAVE