Ben bu bocalamalar içinde rahatsız olurken çevremde bir sürü ördek vaklaması koptu: Vak… vak… vaaak… Hemen doğaüstü denecek bir uyanıklık kazanmış olan işitme gücüm bana bunları ta yanımda, hatta döşeğimin içinde, yorganımın arasında gibi işittiriyordu. Hemen yastıklarımı ittim. Yorganımı silktim. Bir şey görünmedi.
Yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki bir daha ayılmamak üzere az daha bayılacaktım. Artık kuşkuya yer yoktu. Ördeklerin ötüştükleri bir gerçekti. Bunu uykuda değil, uyanık kulağımın açıklığıyla duymuştum. Bu uğursuz köşkün perileri, gece gösterilerinin ilk perdesine başlamışlardı.
O anda Ruşen Kadın’ın bana olan tembihleri aklıma geldi. Hemen döşeğimi duvardan uzağa çektim. Acaba ben o gün uçkurumu kıbleye karşı mı bağlamıştım? Farkında değildim. Hemen şalvarımı çözdüm. Kıblenin tersi yana dönerek yeniden bağladım. Bundan bir yarar görülmedi. Şimdi “Gaak, gaaak, gaaak…” kazlar başladı. Ama kaz sesleri bu sefer dışarıdan, taşlıktan geldi. Şimdi bunu iyice fark ettim. Galiba bana bu gece çiftlik perilerinin kümes halkı hoş gel-dine geldiler, dedim. O anda gevrek gevrek bir at kişnemesi işitildi. Ondan sonra merdivende paldır küldür bir koşuşma oldu.
Benden önce bu köşkte boğulmuş olan iki hizmetçinin acıklı ölümlerini hatırlayarak aklımı kaçıracak bir hâle geldim. İşte o zaman oda kapımın üzerinde gürültülü, korkunç bir davuldur başladı:
“Dan dan da dan dan…”
Artık nefesim nefesime yetişmiyor, ecel terleri döküyordum. O sırada aklıma Ruşen Kadın’ın öğütleri geldi. “Mavili esvap giyme.” demişti. Ay, benim arkamdaki entarinin ufak ufak mavi çizgileri vardı. Hemen entariyi arkamdan çıkarıp attım. Şalvarım da o renkti. Onu da sıyırıp fırlattım. Bir bez gömlekle kaldım. Davul gene devam ediyor. Şimdi o tembihleri birer birer hatırlamaya uğraşıyordum. Daha ne demişti? “Akşamları saç örgülerini çöz.” Saçlarımı koparırcasına bir aceleyle çözdüm, dağıttım. Gene faydasız. Davul hâlâ çalınıyordu. Gitgide kapıyı rezeleri üzerinde iyiden iyiye sarsmaya başladılar. Artık anlıyordum. Öteki hizmetçiler gibi, ben bunların üzerlerine süprüntü dökmeden, başlarına tükürmeden, bu gece beni kabahat işlemeden boğacaklardı. Ah, can pek tatlı şey… Kurtulmak için aklımın olanca gücüyle dadının dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. O, daha demişti ki: “Seni korkuttukları vakit ayaklarının başparmaklarının tırnaklarını birbirine sürt, iki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey cin, hazırım!..’ diye bağır.”
Üzerine basmak için demiri nereden bulayım? Etrafıma bakındım. Dolabın üzerinde bir anahtar gördüm. Onu yere attım. Üzerine çıktım. İki elimle kulaklarımın memelerine yapıştıktan sonra ayaklarımın başparmaklarını birbirine sürtmeye başladım. Aman Allah’ım ne güç hareket, ne zor iş… Ne yorgunluklu didinme… Benimse zavallı, ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Ayak tırnakları kolaylıkla birbirine sürtülmüyor. Ellerim kulaklarımda olduğundan ikide birde patadak odanın ortasına yuvarlanıyorum. Bu çalışmam bir etki yapmadı. Gürültü olanca hızıyla sürüyordu. Son öğüt olan “Emret, hazırım ey cin!” boyun eğiş çığlığını bir türlü çıkaramıyordum. Çünkü ben hemen büsbütün çıplak bir kadın… Erkek midir dişi midir ne türlü zebella olduğunu bilmediğim bir periye, “Emret, her şeye hazırım!” diye nasıl bağırayım?
Yoksa bu cinli köşk her türlü alçakça tasarılar üstünde benim gibi temiz kadınları avlamak için kurulmuş bir tuzak yeri, bir batakhane miydi?
“İlahi ana dostu Ayşe Hanım… Sana ne kadar büyük bir nefretle, şiddetle lanet okusam gene hıncımı alamayacağım. Acaba kaç kuruş kazanmak için böyle namusuma, canıma kıydın? Artık sana dünyada rastlayamazsam yarın ahirette on parmağım yakanda olsun!” Bu lanetlemelerimin sonunda can kaygısı her şeye üstün geldi. Gene kendimi kurtarma imkânını düşünmeye giriştim.
Ruşen Abla daha ne demişti: “Gözlerini yedi defadan ziyade kırpma.” Hay bu öğüt aklıma gelmez olaydı… Gözlerimi kırpmamaya uğraştıkça yedi değil, belki yirmi yedi kere birbiri üzerine açıp kapamadan duramıyordum. Bu, yapılması imkânsız bir öğüttü. Acaba Arap benimle eğlenmiş miydi?
Dışarıdaki curcuna benim bu didinmelerimi boşa çıkararak o kadar azdı ki kapı, sürmesi yerinden fırlayacakmış gibi zorlanıyordu. Didindim, didindim, didindim. Dedim ya, can pek kıymetli. Son çareye başvurmayı da göze aldırdım. Tanrı’m kusurumu bağışlasın, darısı ayıplayanların başına gelsin.
“Hazırım ey cin! Emret, buyur!..” diye çağırarak haykırdım. Oraya baygın düştüm. Ötesini bilmiyorum. Gözlerimi açtığım zaman ortalığı ağarmış gördüm. Hiç ses seda yoktu. Odanın orta yerine serili olan döşeğimi ta kapı dibine kadar yeri değişmiş buldum. En çok korkuyla şaşkınlığıma sebep olan şey, oda kapısının içeriden gene sürmeli bulunmasını görmek oldu. Döşeğimi ta oradan buraya kadar kim sürükledi? Kuşkusuz periler. Çünkü kapıdan başka odaya girecek bir delik yoktu. Bu gerçek meydandayken artık onlardan kendimi korumak için tedbir düşünmek kadar büyük budalalık olur mu? İşte tamamıyla onların elindeydim. Ne isterlerse gece bana yapabilirlerdi.
Vücudumun o akşam uğradığı zarar derecesini anlamak için kendimi bir yokladım. Çok şükür korku, üzüntü yorgunluğundan başka kendimde belirli bir kötülük görmedim.
7
GERİ DÖNMEK İMKÂNSIZ
Gündüzün gönlüme verdiği ferahlık ve güvenle biraz daha yattım. Uyumaya uğraştım. Dinlenmeye pek ihtiyacım vardı. Gene dalmışım. Güm güm oda kapıma vuruldu. Kalktım. Ruşen Abla “Hu, kızım, nasılsın ayol? Kalkmadın da merak ettim.” diye hatırımı sorarak haykırıyordu. Benim o geceyi nasıl geçirdiğim sahiden merak edilecek şeydi. Hâlâ niye kalkmadığımı da aşçı kadın belki boğulduğuma vererek tasalanıyordu.
Kapının sürmesini açtım. Arap içeriye girdi. Erkân minderine oturdu. Beni öyle ince bir gömlekle yarı çıplak, saçları dağınık, yüz göz karmakarışık, her yanımdan yorgunluk sızar, bitkin bir hâlde görünce:
“Ne oldun kızım böyle? Seni ötekiler mi soydu?”
“Hayır kendim soyundum.”
“Ay niçin, sıkıntı mı bastı?”
“Bu evi bu gece bir şeyler bastı ama ne olduğunu bilmiyorum.”
Ruşen Abla telaşla gözlerini açarak:
“Ahu Baba’yı gördün mü, Ahu Baba’yı?”
“Destur Rabb’im, o da kim?”
“A, bilmiyor musun?”
“Ne bileyim? Ben bu lanetli