1
MUHSİNE HANIM
Bu saf, saygıdeğer kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimenî, tırtıl oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle, parlak dikişli lacivert lahurakiden1 geniş hırkasıyla, etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.
Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Ama yuvarlaklıkları ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirmek, gerdanda, renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıkta, emekliye çıktıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu.
Kocası Hacı Hasan Efendi’ye gönül okşayıcı görünmek isteğinden gelen bu hoppalıklarına karşı takılmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlarına “Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur…” diye karşılık verirdi.
Onun, etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye “of” diyerek “Bana da yer açın, cadalozlar!” şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.
Cuma ve pazartesi geceleri, kışın Aksaray’daki evimizde bir boza partisi verilirdi. Partinin ruhu, en güzel konuşanı, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendisine karşı bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini mahsustan değiştirir, en sonra gelir, ondan yoksun kalacağız tasasıyla bir zaman yüreklerimizi oynatırdı. Tam umudumuz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı “tak” ederdi. Kocası Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelenin onlar olduğunu hep anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince “Hacı, pek gecikme!” diye tembih ederek kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iki sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omzundan aşağıya atarak, eteklerine basa basa, yuvar yuvar2 yürür, hemen koltuklayıp tandır başındaki, saygın kimselere ayrılan yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyiş içinde onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı hanım, kendini ağır satmak için çeşitli nazlanmalardan sonra “Bu gece hunnağım3 var, yutkunamıyorum, hâlim yok. Bu akşam da siz söyleyin, ben dinleyeyim!” nazlarından ve birçok ricadan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi.
Bozanın mezesi olan leblebilerini, dudaklarının ortasından başlayarak alt, üst çenelerinden meydana gelen yüz kısmını buruşturarak, bu sabit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra yüzünü tuhaf buruşturmalarla, çiğneyerek biraz göz süzüklüğüyle başlardı.
Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla birlikte kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi sikkeleri biçimindeki gümüş küpeleri heybet veren bir biçimde titrerdi.
Onun hikâyeleri içinde en ünlüsü, en meraklısı Gulyabani olayıydı. Bu bir masal değil, olmuş bir şey, gençliğinde Muhsine Hanım’ın uğradığı acayip ve üzücü bir serüvendi. Bunu kendisinden dinlediğim gibi anlatacağım. Ama anlatanın arı ve duru dili, olayın anlatılan satırlara bütün incelikleriyle geçirilmesine elverişli olmadığı için, gerektikçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kalacağımı söylemek zorundayım.
Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak olan okuyucularımın itirazlarına karşı bunu söylemeye gerek gördüm.
İşte olay:
2
AĞLATICI BİR YOL
Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı:
“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.
Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Ama kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı’yı buluncaya kadar neler çektim neler… Bir zaman kimseye varmadım. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağında hizmetçiliğe gitmeye karar verdim. Öyle bir yer bulundu. Haftasında beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum, herif izbandut gibi kuvvetli, kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan, çağırsan olmaz. Neyse helali hoş olmasın, beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Gene öyle, iki elim böğrümde, açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada süründükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan ana dostu bir Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu. Yüzümü gözümü okşayıp öperek dedi ki:
“Kızım, senin bu yaşta böyle kimsesizliğine, yoksulluğuna yüreğim parçalanıyor. Sana uygun bir yer buldum, gider misin?”
“Temiz, namuslu bir yer olduktan sonra niçin gitmeyeyim anacığım?”
“A… namuslarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet boldur. Görülecek iş de yok, ama…”
“Eeey, aması ne oluyor?”
“Sana verecek bazı öğütlerim var. Bunlardan bir harf dışarıya çıkmayacaksın…”
“Eğer istediğim gibi bir kapıysa vereceğin tembihlerden dışarıya çıkmam, inan.”
“Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Göreceğin şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmadan sezdiklerini dışarıya açıklamayacaksın. Onlar parada pulda değil. Gayet emniyetli bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip emniyetlerini kazanabilirsen birkaç yıl içinde oradan zengin olup çıkarsın. Bir ev alıp başçağızını sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin.”
“Ay, korkarım. Orası öyle pek esrarlı bir yer mi?”
“Bak şimdiden merak etmeye başladın. Nene gerek senin âlemin esrarı?”
“Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi? İnsan mı öldürüyorlar, hırsızlık mı yapıyorlar? Orası bir batakhane midir?”
“Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdiğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm? Bunlar gayet zengin, pek terbiyeli, çok kişizade insanlar. Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar.”
“O kadar ağzı sıkı