“Ben olsam, tek neferleri kalıncaya kadar kırar, yine barış yapmam!”
HASBİ KÂHYA 74
Bizde, yani bizim terbiyemizin kabul ettiği yolda, hazır kâhyalar vardır. Sorar, soruşturur, ısmarlar, buyurur, sokulur, anlatmak ister, kulp bulur, ipucu sezer, salık verir, hükmeyler, araya girer, paylar, çıkışır, yerine adamına göre söver, işin gelişi ne ise ona uyar, herkesle taraftar, yine herkesle aleyhtar olur. Dalkavukluğa, iki yüzlülüğe kızar; tembelliğe öfkelenir, hırsızlığa lanet okur, kim kime ahlaksız derse o da beraber der; bildiklerinin yediklerine, içtiklerine, gezdiklerine, giydiklerine, oturdukları semtlerine, hatta uykularına karışır; kısaca, her şeye burnunu sokar, her söze kulak verir, herkese dil uzatır, her kelepire el atar, her gördüğüne nişan koyar. İşte bunlardan biri, öteden beri kendisinden bıkkın bir zata tesadüfünde damdan düşercesine der ki:
“Efendi Hazretleri, orucu bozan şeyler hatırınızda mı?”
İçinden bir “Hasbünallah!”tan sonra:
“Hepsi hatırımda değil, fakat biriyle karşı karşıya bulunduğumu sanıyorum.”
İnsan, toplum yaşayışında, çoğu, can sıkıntılarına tutulur, can sıkıcı kimselerle karşılaşır, hatta kendisi bile bir başkası için can sıkıntısı, bir can sıkıcı durumunu alır. Zamanımızda, hele siyaset meselelerinde bunun türlülerine rastlanmaktadır.
Hele gazeteci olmak, bu dertlere durmadan uğramak demektir.
Durup dururken karşınıza biri çıkar, hiddet kesilerek size: “Doğrusu, İslamlık adına teessüf ederim!” der.
Ne büyük bir kusur bulma! Fakat çok gecikmez, sebebini anlarsınız: Filan caminin imamı teravihi pek güzel kıldırıyormuş, varaka75 göndermiş, dercedilmemiş.
“Bunu sizin hamiyetinize veremedim!”
Ne kadar ağır bir suçlama! Sebebine gelince, “Bir Muhacirin Teellümü” başlıklı manzumesi konulmamış.
“Siz de artık dalkavukluğa başladınız.”
Neden? Ya! Bahriye Nezaretine Admiralty76 zırhlısını neden bir ayak önce almıyorsun, diye çıkışmıyorsunuz.
“Ben gazeteci olmalıyım ki…”
“Ne yapardınız?”
“Her gün, hükûmeti kritik ederdim… Siz ise korkuyorsunuz!”
Fakat, her gün hükûmeti kritik etmemek korkmamazlıktır! Sizinkisi zevzeklik olur!”
“Çevir kazı yanmasın!”
CİDD Ü MİZAH
Külliyat-ı Letaif’te77 “Bir Ramazan Günü” başlığı altında şöyle bir fıkra gördüm:
Karı (Aşırı öfke ile): “Sen bugün çarşıda ne yapıyordun, bakayım? Elbette bana bayramlık almak için dolaşmıyordun. Tam saat sekiz buçuktan on bire kadar oralarda sürttün, dolaştın! Çabuk söyle, diyorum.”
Koca: “Camiye gidecektim de…”
“Sekiz buçuktan on bire kadar camiye gidecektin de gidemedin, öyle mi?”
“Kalabalıktan sökemedim ki… (Bu sözü söyler söylemez aklını başına alır, o da öfkelenir.) Peki! Ben orada idim, senin ne işin vardı da…”
“Sen izin vermedin mi?”
“Sekiz buçuktan on bire kadar çarşıda gez diye mi; yoksa camiye git diye mi?”
“Camiye diye. Ama sen erkekliğinle kalabalığı sökememişsin, ben kadınlığımla nasıl sökebilirdim?”
Zamanın değişmesi hükümlerin de değişmesini, yaşayışın değişmesi de evlerin değişmesini gerektiriyor. Hani ya o Kalpakçılarbaşı, Yağlıkçılar içi, Kuyumcular Çarşısı, Direklerarası, Beyazıt, Divanyolu, daha eski zamanlarda Aksaray piyasaları ne oldu? Yüzlerce araba art arda dizilir; beygirli, eşekli, yaya, binlerce halk birbirine baka baka alınır; kaş çatma, yelpaze sallama, söz atma, fes düzeltme, bıyık burma, göz süzme, iç çekme, gülme, mendil ısırma, baş sallama, gerdan kırma, çimdik, fiske, dönüp dönüp bakma, birli78, ikili79, kız işaretleri,80 omuz kaldırma; işine göre söz, çiçek, name atma; itip kakma; şemsiye, pabuç, bohça, yumruk vurma; ayılma, bayılma…
“Ay çocuğum ezildi, dostlar!”, “Kız kayboldu, ben şimdi babasına ne cevap vereyim?” demeler, o zamanların deyimlerinden olduğu üzere “pastıra yapmalar”,81 “konçine oynamalar”,82 bütün bu ve benzeri yaşayış rezillikleri değişti. Bazar Alman’da peçesini kapalı tutan, Bonmarşe’de açıyor. Kollar inik, sallı, yarı belden yukarısı öne eğilmiş.
“Arş ileri! Tango! Daha dün, gün doğusunun delişmen bir esintisi öyle bir göğüs dalaveresi yaptı ki, şairlerimizden birinin gözünü kamaştıran allı morlu “Dans Serpantin” uçuşmalarını andırdı. Bütün etekler uçuşup, ufak kamçı şaklamalarını andırırcasına sesler çıkardı; ince, havai fuların uçları birdenbire bulunduğu yeri bırakıp öyle uçtu ki, başta tutunacak hâl kalmadı. Bir kahkaha, bir çığlık, bir “tatlı dönüş”, bir türlü kapanmasını öğrenememiş ellerle bir uğraşış ki insan sinemada birinin soyunduğuna ihtimal verirdi!
Gün doğusu bu! Suları, akışları, kılaptan ipek bornusu öyle şişirdi, öyle şişirdi ki hayret bakışları o salınan vücudun:
Kabaramazsın83 oynadığına hükmediyordu. İşmara ne hacet? Al yanına biraz rüzgâr, anında bir sağanak çıkar, istersen uçur, istersen şişir!
UŞAK
Efendi bir uşak arıyormuş, sorar sormaz tellal der ki:
“Bir tane var, tam istediğiniz gibi! Hatta ölçer biçer de!”
“Pekâlâ, öyleyse yarın gönder.” der, çekilir. Uşak ertesi gün konakta boy gösterir. Efendi bakar, kılık kıyafet yerinde, el ayak düzgün, yüz, surat, duruş, yürüyüş, ölçülü biçili! Kendi kendisine “Bakalım hizmeti nasıl?” dedikten sonra “Baksana… Bana bir su ver!” der. Uşak etrafı bir süzer. Durur.
“Ne durdun?”
“Suyu kalkıp siz alsanız daha kestirme olacak!”
Şaşarak:
“Neden?”
“Dikkat ettim, durduğum yerden testi kırk adım ötede, sizin durduğunuz yerden ise ancak yirmi adım sürer, sürmez.”
Şaşarak:
“N’olacak?”
“Şu