“Enayi miyim ben böyle sermayesiz kâr bırakan bir dalaverenin ilk adımında tutulayım?”
“Haberin var mı? Patlıcan Ahmet’i pençelemişler.”
“Malumatın âlâsı bende. Herifi iki polisin ortasında imambayıldı gibi giderken gördüm.”
“Nasıl yakalanmış?”
“Şaşılacak şey… Ne cesaret… Kefiyenin altında kendisine İstanbul’a yeni gelmiş bir hacı süsü vererek bir ikinci tavcılık daha yaparken tutulmuş.”
“Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının da tutulduğunu söylüyorlar ki biz seni sandık.”
“İşte buna sizden ziyade ben şaştım. Çünkü tutulanı ben de sizin ikinizden biri sanmıştım. Yavuzlar Çetesi’nden birinin yakalanmış olduğu çarşıya yayıldı. Yavuzlar Çetesi! Aman ya Rabbi, şuradan üç mahalle aşağıda kendi kendimize uydurmuş olduğumuz koftiden bir isim. Ne çabuk ortalığa korku salmaya başladı! Besbelli Patlıcan Ahmet bunu polislere söyledi. Tahkikata başladılar. Ağızdan ağıza dolandı gitti. Yarın gazeteler yazacak. Bütün muharrirler bu isim üzerine kafalarındakini boşaltacaklar. Okurken sana da bana da ürküntü gelecek. Fakat buralarda durmak bizim için iyi değil… Hemen fertiği çekelim. Bir kaçak silah deposu haber aldım, gidelim, bu yeni sanatımız için lazım olan takımı düzelim. Anlıyorum, yeni kurulan her türlü millî şirketlerden, sermaye sahiplerinden ziyade iş göreceğiz. Öyle bir dalavere ki nizamnamesi yok, vergisi yok, sigortası yok. Bugün vurur bugün yeriz, yarına Allah kerim…”
Dört arkadaş Mercan Yokuşu’ndan Eminönü’ne vurdular. Sokakları dolduran bütün insanları ahmak, çelimsiz birer haraca adamı görüyorlar, bankaların önünden geçerken birbirlerini dürterek, “Bu kâgir duvarlar, bu demir kapılar, içerideki kalın kasalar birkaç gün sonra bize birer mukavva parçası gibi teslim olacaklar.” fısıltılarıyla gülüşüyorlardı.
Galata’ya geçtiler. Muhsin, arkadaşlarını rıhtımın arkasında geniş fakat pis, ayaktakımına mahsus bir birahaneye bırakarak: “Benim yalnız gitmem lazım. Siz burada bekleyiniz. Fakat ne olur ne olmaz çok içmeyiniz. Hırlı hırsız bu tarafın bütün sabıkalıları buraya toplanırlar. Polis hafiyeleri de vardır. Burası bizim için bir mektep gibidir, etrafınızda olup bitenlere iyi dikkat ediniz.”
Muhsin, rıhtımın arkasındaki o kömür tozlu, katranlı, çamurlu, yağlı, yazın en kurak günlerinde bile kurumayan cıvık, balçık sokaklarda dolaşarak bir yer arıyordu.
Nihayet buldu: 32 numaralı Avrupa Hanı… Geniş bir kapıdan içeri girdi. Burası iki tarafında mağazalar bulunan boş bir sokağa benziyordu. Soldan saptı. Üçüncü mağazanın önünde durdu. İçerisi halatlar, kıtıklar, ziftler, benzin galonları, kezzap damacanaları vesaire ile doluydu. Tezgâhta duran iri yarı bir delikanlıya sordu:
“Kastro Munhaym?”
Tezgâhtar, mağazanın ilerisini gösterdi. Muhsin yürüdü. Tepe camından aydınlık alan son kısma kadar gitti. Köşede iki metre küp camekânın içinde, Avusturya Yahudi’sine benzer, defterlerle uğraşan kırmızı sakallı, gözlüklü birini gördü.
Camekânın kapısını itti. Kopan ufak gıcırtı üzerine sakallı adam bir kafes içindeki kuş gibi başını kaldırdı. İri tekerlek camlı gözlüğünün altından parlayan keskin gözleriyle gelen adama baktı. Bu bakışta biraz yüz vermeyen “Ne istiyorsun?” suali vardı.
Muhsin içeri adımını attı. Bu kafeste sessiz oturan adama doğru eğilerek gizli bir tavırla: “Baron Aynacıyan Armanak tarafından geliyorum.”
Bu isim, gözlüklünün bakışındaki sertliği biraz dağıtarak Avusturyalı şiveyle: “Ne istiyoğsunuz?”
Muhsin, azıcık daha eğilerek: “Silah.”
“Ne silah?”
“Revolver.”
“Markanız var mı?”
“Markam var.”
“Veğeceksiniz, göğeceğim.”
Muhsin markayı bulmak için cebini karıştırırken Kastro Munhaym puhu gibi tekerlek gözlerinin bütün dikkatiyle onun hiç de centilmen olmayan hâlini süzüyordu. Bu kıyafet düşkünü müşteri yan cebinin en derin köşesinden markayı bulup çıkardı.
Bu, üzerinde okunmaz kare bir mühür ile bir numara bulunan bir mukavva parçası idi. Munhaym rakama baktı: 75. Yazıhanesinin gözünü çekti. Ufak bir defter çıkardı. Yapraklarını çabuk çabuk çevirerek numarayı karşılaştırdı. Besbelli uygun bulacak ki müşteriye döndü:
“Bizde son sistem, gayet iyi Alman marka bir çeşit revolver vağ. Elli lirağa bir tane… Otuz altı fişek berabeğ veğyioruz. Soğa isteğse pağa ile fişek yine veğiyoğuz.”
Muhsin, tanesi sekiz on liraya üç revolver almak fikrinde idi. Elli lirayı duyunca apıştı, daldı. Düşünüyordu. Alsa cebindeki o günün vurgununu bütün feda ederek dört kişi ancak iki revolver sahibi olabileceklerdi. Arkadaşları bu yüksek fiyata razı olacaklar mıydı? Almasa hokkabazın hokkası; aşçının bıçağı, masadı; terzinin makinesi, makası olduğu gibi bugünkü modern şehir haydudunun da mutlak silahının bulunması lazımdı. Talihleri yardım ederse yüz lirayı belki o gece çıkarırlardı. Soyacakları insanlar ile zabıta ile silahsız uğraşması olamazdı. Gazetelerde her gün okunan polis vakalarında görülmüyor mu? Birkaç hırsız uygun bir saat kollayarak bazen güpegündüz bir mağazaya, dükkâna, herhangi bir yere giriyorlar. Yıldıracakları zavallıların alın ortalarına namluyu dikerek “Ver!” diyorlar.
Her sözün, her tehdidin tesirini büyültücü bir kuvvet lazım. Bugün fişeksiz bir revolver ile ne büyük iş görmüştü. Nihayet kendi hesabına bir tane almaya karar vererek: “Bugün bir tane alacağım. Eğer verirseniz belki yarın gelip üç tane daha alacağım.”
“Ne vakit ve kaç tane isteyoğsanız veğiyoğuz.”
Silahın parasını aldıktan sonra üzerine “parası ödenmiştir” diye Almanca yazıp markayı geri verdi:
“Perşembe Pazağı’nda Kağlos Han vağ. Kırk yedi numağo… Oğda biğinci kat 19 numağo odada gidecek… Soğacak. Perfilt Strunger kimdiğ? Bu mağka onun elinde veğecek, Gevolveg alacak… İşte bu kadağ…”
Kastro Munhaym, elli liralık alışveriş eden bu kılıksız müşteri ile daha fazla uğraşmaya lüzum görmeyerek sakalını defterin üzerine eğdi.
Muhsin soluğu Perşembe Pazarı’nda aldı. Bu semtin dar, dolambaç, kasvetli, pis sokaklarında kalın taş duvarlı, küçük pencereli, basık hapishane yapılı binalar arasında, tabakçı tüccarın yollara saçtığı samanları, kuru otları, sökülmüş sandık, balya çemberlerini, cam, şişe kırıklarını çiğneyerek dolaştı.
Sonunda, yayılan sidik kokusunun keskinliğinden aksırmadan geçilemeyen bir kuytu sokağın bitiminde 47 numaradaki Karlos Hanı’nı buldu. Küf kokan karanlık bir girişten yürüdü. Etraf, biraz göz alışabildikten sonra hayal meyal seçiliyordu. Ta dipte gözüne kömür ateşi gibi bir şey parladı. Yaklaştı. İhtiyar bir adamın kahve, çay pişirdiğini gördü. Perfilt Strunger’in 19 numaralı odasını sordu.
İhtiyar herif eliyle merdiveni işaret ederek: “Çık, sola yürü, dördüncü kapı…”
Penceresiz kale burçları merdivenlerine benzeyen pek eski usuldeki hantal taş basamaklardan çıktı. Bu Karlos Hanı etrafını saran yüksek binalar arasında