Gizli Ev’de, erkeklerin oldukça yaratıcı olduğunu söylemem gerekir. Opekta şirketinin satış temsilcisi olan ve aynı zamanda eşyalarımıza göz kulak olan Bay Broks ile iletişime geçmek için şöyle bir şey düşündüler: Güney Zelanda’da oturan Opekta müşterilerinden birine mektup yazacaklar. Bu kişiden mektubun içindeki formu doldurmasını isteyecekler ve bunu geri yollaması için içine bir zarf koyacaklar. Babam zarfta yer alan adresi kendisi yazacak. Mektup Zelanda’dan gönderildiğinde babamın el yazısının olduğu ve içinde hayatta olduğunu beyan eden bir zarf bizi bekliyor olacak. Broks da hiçbir şeyden şüphe etmeden zarfı okuyacak. Özellikle Zelanda’yı seçmelerinin nedeni, oranın Belçika sınırına yakın oluşu (Yani mektup sınırdan rahatlıkla çıkarılabilir.) ve oraya herkesin elini kolunu sallayarak gidememesi. Hele ki Bay Broks gibi sıradan bir adamın… Sıradan bir satış görevlisine izinsiz giriş hakkı verilemez.
Dün akşam babam numaradan bir taklit yaptı. Hâlsiz bir şekilde, yalpalayarak kendini yatağa attı. Ayakları öyle soğuktu ki kendi patiklerimden verdim. Beş dakika sonra patiklerimi yere doğru fırlattı. Sonra da kafasını yorgana gömdü ve ışığın onu rahatsız ettiğini söyledi. Lambayı kapattıktan sonra kafasını yavaşça yorgandan çıkarıp göz ucuyla bana baktı. O kadar komik bir durumdu ki… Ardından Peter’ın, Margot’a “her şeye maydanoz” demesinden bahsettik. Bir anda babam, derin bir nefes alıp şöyle dedi: “Margot da hiç yerinde durmuyor ki!..”
Kedi Mouschi, bana zaman geçtikçe daha da sıcak davranmaya başladı ama ben yine de ondan bir nebze de olsa korkuyorum.
27 Eylül 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Bugün annemle sözde tartıştık. Öyle olunca hemencecik ağlayıveriyorum. İstemsizce yaşlar doluyor gözüme. Babam bana karşı daha nazik ve beni çok daha iyi anlıyor. Böyle anlarda anneme katlanamıyorum. Ona karşı yabancı gibi olduğum ortada zaten. Benim en basit şeyler hakkında ne düşündüğümü bile bilmez.
Son zamanlarda, hizmetçilerden bahsederken onlara “yardımcı” dememiz gerektiğinden bahsediyorduk. Savaş bittikten sonra onlara “yardımcı” dememizi isteyebileceklerini söyledi. Bunda pek bir mantık göremedim. Sonra da bana, sanki bir yetişkinmişim gibi “ileride” kelimesini çok kullandığımdan bahsetti. Hâlbuki yetişkin falan değilim ama çok ciddiye almadığım sürece ben de gelecekle ilgili hayaller kurabilirim değil mi ama? Ben ne yaparsam yapayım, babam genelde benim yanımda olur. O olmasa buraya katlanamazdım.
Margot’la da çok iyi anlaştığım söylenemez. Bizimkiler üst kattakiler gibi tartışma içine girmeseler bile çok huzurlu bir ortamımız yok. Margot ve annemin kişilik yapısı bana çok yabancı kalıyor. Kız arkadaşlarımı bile kendi öz annemden daha iyi anlıyorum. Sence de yazık değil mi?
Bayan van Daan çok suratsız. Bir anı bir anını tutmuyor. Şimdi de kendi eşyalarını alıp bir yere kilitliyor. Bayan van Daan’ın kaldırdığı her eşyaya karşılık, annem de bizim bir eşyamızı kaldırarak cevap veriyor.
Van Daan gibi bazı insanlar, kendi çocuklarını geçtim, başkalarının çocuklarını da adam etmeye çalışıyorlar. Margot’ın böyle bir şeye ihtiyacı yok; o zaten doğuştan harika, kibar ve zeki. Fakat ben öyle miyim? Tüm hırgürü tek başıma çıkarıyorum. Van Daanlarla aramızda geçen konuşmalar hep bana verilen nasihatler ve benim onlara yüzsüzce verdiğim yanıtlardan oluşuyor. Babam ve annem hep beni destekler nitelikte arkamda duruyor. Yoksa tartışma esnasında soğukkanlılığımı korumam imkânsız olurdu. Beni, daha az konuşmam, başkalarının işine burnumu sokmamam ve daha mütevazı olmam konusunda uyarıyorlar. Ama sor bakalım becerebiliyor muyum? Eğer babam bu kadar sabırlı olmasaydı, onların ılımlı beklentilerini karşılama umudumu çok öncesinden keserdim.
Eğer sofradaki bir sebzeden hoşlanmamışsam ve onun yerine patates yemek istemişsem, van Daanlar -özellikle de Bayan van Daanbana şımarık damgasını yapıştırıyor. Sonra da: “Biraz daha sebze almaz mısın, Anne?” diyor.
Ben de karşılık veriyorum: “Hayır, teşekkürler. Patates bana yeter de artar bile.”
“Sebze senin sağlığın için çok iyi. Annen hep öyle söyler. Biraz daha al.” diye ısrar ediyor. Ta ki babam, benim sebzeyi sevmediğimi söyleyene kadar…
Bunun üzerine Bayan van Daan’ın şalterleri atıyor: “Siz var ya bizim evde olacaktınız! Çocuk nasıl terbiye edilir görürdünüz o zaman. Buna çocuk yetiştirmek mi diyorsunuz siz? Bu kıza fazla yüz vermişsiniz. Ben olsam asla böyle bir şey yapmam. Yani Anne benim kızım olmuş olsa…”
Bu tartışmaların vazgeçilmez cümlesi, “Anne benim kızım olmuş olsa…” diye başlayıp bitiyor. Aman Allah korusun, iyi ki değilim.
Şu çocuk yetiştirme konusuna dönecek olursak, dün Bayan van Daan konuşmasını bitirdikten sonra büyük bir sessizlik oldu. Ardından babam şöyle söyledi: “Bence Anne gayet iyi yetiştirilmiş bir kız. En azından sizin bitmek bilmeyen vaazlarınıza karşılık vermemeyi öğrendi. Şu sebze olayının da yanıtını vereyim: Dinime küfreden Müslüman olsa!”
Bayan van Daan’ın verecek bir cevabı yoktu. Babamın neyi kastettiğini gayet iyi biliyordu. Kendisi akşamları fasulye ve lahana gibi şeyleri yiyemiyor çünkü onda gaz yapıyor. Ben de aynı şeyi ona söyleyebilirim. Çok budala biri değil mi? Umarım, benimle ilgili daha fazla konuşmaz.
Bayan van Daan’ın yüzünün kızardığını görmek çok komik. Bu durum onu içten içe bayağı bozdu gibi.
28 Eylül 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Dünkü mektubum bitmek üzereyken yazmayı bırakmak durumunda kaldım. Başka bir tartışmayı anlatmam lazım sana ama önce şunu söylemek istiyorum: Yetişkinlerin böyle basit ve saçma nedenlerden dolayı kavga etmeleri çok garip. Bugüne kadar hep yapılan kavgaların çocuklara özgü olduğunu ve büyüdükçe azalıp ortadan kalkacağına inanırdım. Bazen bu tartışmaların haklı nedenleri olabilir ama burada yaptığımız sözlü kavgalar boş, bir laf dalaşından başka bir şey değil. Bunlar hayatımızın bir parçası hâline geldiği için bu gerçeğe alışmam lazım ama tartışmaya dâhil olduğum sürece bunu yapmam çok zor. (Tartışmayı kavga etmekle eş değer tutuyorlar burada. Almanlar bu ikisi arasındaki farkı hiç bilmiyorlar.) Benim hakkımda her şey eleştiriliyor: davranışlarım, kişiliğim, tavırlarım… Baştan sona her şeyim gözlerine batıyor. Bana söylenen hakaretlere ve bağrışlara seyirci kalamam. Onların dediğine göre, tüm bunları alttan almam ve sessiz kalmam gerekiyormuş. Yok ya! Onlara Anne Frank’ın daha dünkü çocuk olmadığını göstereceğim. Beni düzeltmek yerine önce kendilerine bakmaları gerektiğini onlara söylediğimde kendilerine çekidüzen verecekler. Onlar kim oluyor da bana böyle davranabiliyor! Bu apaçık bir medeniyetsizlik. Şimdiye kadar yapılan tüm terbiyesizlik ve aptallıklar (Bayan van Daan’ı kastediyorum.) burama kadar geldi. Dediğimi yapar yapmaz onların laflarını ağızlarına tıkacağım ve onlar da alttan almayı öğrenecek. Ben gerçekten de van Daan’ın dediği gibi kötü huylu, dikkafalı, inatçı, aceleci, ahmak, tembel falan mıyım? Biliyorum ki çok fazla hatam ve ani çıkışlarım olmuştur ama onlar pireyi deve yapıyor. Ah! Nasıl kışkırtıldığımı bir görsen, Kitty. İçimde bir yerlerde açığa çıkmayı bekleyen, bastırılmış bir öfke var.
Neyse,